Bu bir manifesto değil. Manifestolar yaklaşan dünyaya bir anlık bakış sağlarlar ve ayrıca özneyi yaratır, ki o şu anda değişimin faili haline gelmek için maddileşmesi gereken bir hayalettir sadece. Manifestolar, ileriyi görme güçleri sayesinde kendi halklarını yaratan kadim peygamberler gibi iş görürler. Bugünün toplumsal hareketleri, manifestoları ve peygamberleri kullanılmaz hale getirerek usulü tersine çevirdi. Değişimin failleri, yalnızca yöneticileri korkutup sendeleterek değil, aynı zamanda yeni bir dünyaya dair vizyonlar dileyerek çoktan sokaklara inip şehrin meydanlarını işgal ettiler. Daha önemlisi, çokluklar (multitudes), kendi mantıkları ve pratikleri, sloganları ve arzuları yoluyla muhtemelen yeni bir ilkeler ve hakikatler dizisi bildirdiler. Onların bildirileri nasıl yeni bir sürdürülebilir toplumu kurmanın temeli haline gelebilir? Bu ilkeler ve hakikatler birbirimizle ve dünyamızla nasıl ilişki kuracağımızı yeniden keşfetmek için bize nasıl rehberlik edebilir? Çoklukların, bildirmekten kuruluşa giden geçidi kendi isyanları içinde keşfetmesi gerekiyor.
2011 yılı başlarında, radikal
eşitsizlikle nitelenen toplumsal ve ekonomik krizin derinliklerinde, ortak
duyu, başımıza daha da büyük felaketler gelmesin diye yönetici güçlerin
kararlarına ve rehberliğine güvenmemizi buyuruyor gibi göründü. Finans
kuruluşları ve hükümet yöneticileri zorbalar olabilirler ve krizleri yaratmakta
birincil derecede sorumlu da olabilirler, fakat bizim başka seçeneğimiz yok.
2011’in gidişatı boyunca, her ne kadar, bir dizi toplumsal mücadele ortak
duyuyu paramparça etse de yeni birini inşa etmeye başladı. Wall Street’i İşgal
Et en görüneniydi, fakat politik tartışmanın yerini değiştiren ve yıl
boyunda yeni politik eylem olasılıklarını açan mücadeleler çevrimindeki anlar içinde
yalnızca biriydi.
İki bin on iki erken başladı. 17
Aralık 2010’da Tunus’un Sidi Bouzid şehrinde,
bilgisayar bilimleri derecesi sahibi olduğu kaydedilen yirmi altı yaşında bir
sokak satıcısı Muhammed Buazizi kendisini yaktı. Ayın sonunda
kitlesel protestolar “Bin Ali defol!” talebiyle Tunus’a yayıldı ve hakikaten de
Şubat’ın ortasında Zeynel Abidin Bin Ali artık girmişti. Mısırlılar bayrağı
devraldılar ve Şubat sonlarından başlayarak, Hüsnü Mübarek’in de
gitmesi için sokaklarda on binlerce hatta yüzbinlerce kişiyle devamlı olarak
gösteri yapıldı. Kahire’nin Tahrir Meydanı, Mübarek ayrılmadan önce
sırf 18 gün boyunca işgal edildi.
Baskıcı rejimlere karşı protestolar
çok çabuk bir şekilde Kuzey Afrika’nın ve Ortadoğu’nun Bahreyn veYemen gibi
başka ülkelerine ve son olarak da Libya ve Suriye’ye yayıldı, fakat Tunus ve
Mısır’daki ilk kıvılcım daha uzakları da tutuşturdu. Wisconsin’deki
hükümet binasını işgal eden protestocular Kahire’deki benzerleriyle
dayanıştıklarını ve onun yankısı olduklarını kabul ettiklerini ifade ettiler,
fakat en can alıcı adım 15 Mayıs’ta Madrid ve Barselona’nın merkezi
meydanlarında indignados ismiyle yapılan işgallerde atıldı. İspanyol çadır
kampları Tunus ve Mısır ayaklanmalarından ilham aldı ve onların mücadelelerini
yeni şekillerde ileriye taşıdı. Sosyalistlerin yönettiği JosÈ Luis
RodrÌguez Zapatero hükümetine karşı, tüm politik partilerin temsilini
reddederek, “Gerçek demokrasi” talep ettiler, ve toplumsal protestoları
bankaların yozlaşmasından işsizliğe, kamu hizmetlerinin eksikliğinden yetersiz
konutlara ve yasa yoluyla tahliye etmelere kadar geniş bir çeşitliliğe
taşıdırlar. Milyonlarca İspanyalı harekete katıldı ve nüfusun geniş bir
çoğunluğu da onların taleplerini destekledi. İşgal edilmiş meydanlarda indignados (öfkeliler)
hem karar almak için meclisler oluşturdular hem de geniş bir toplumsal sorunlar
yelpazesini araştırmak için soruşturma komisyonları kurdular.
Tam Madrid, Puerta del Sol’daki
kampların Haziran’da sökülmesinden önce, Yunanlılar indignados’tan bayrağı
devraldı ve tasarruf önlemlerini protesto etmek için Atina’daki Syntagma
Meydanı’nı işgal etti. Pek uzun olmayan bir süre sonra, çadırlar
İsrailliler için toplumsal adalet ve refah talebiyle Tel Aviv’in Rothschild
Bulvarı’na sıçradı. Ağustos başlarında, polisin siyah bir Britanyalıyı
vurmasından sonra Tottenham’da isyanlar patlayıp tüm İngiltere’ye yayıldı.
17 Eylül’de Birkaç öncü işgalci,
çadırlarını New York’taki Zucotti Parkı’na getirdiğinde, o zaman,
bayrağı devralma sırası da onlara geldi. Ve gerçekten onların eylemleri ve
hareketin Amerika Birleşik Devletleri’nde ve dünyada yayılması geride
bıraktıkları yılın deneyimleriyle beraber anlaşılmak zorundadır.
Mücadelelerin parçası olmayan pek
çoğu bu olaylar listesindeki bağlantıları görmekte sorun yaşıyorlar. Kuzey
Afrika isyanları baskıcı rejimlere karşı koydu, talepleri zorbaların ortadan
kaldırılması etrafındaydı; oysa Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve
İsrail’deki kamp kurma hareketlerinin geniş yelpazeli toplumsal talepleri
temsile dayalı anayasal sistemleri hedef aldı. Daha da ötesinde, İsrail çadır
protestoları (aman bunu bir işgal olarak adlandırmayın!) yerleşimlerdekilerin
sorunlarıyla ilgili sessiz kalacak şekildeki taleplerle Filistinlilerin
haklarını incelikli bir şekilde dengeledi; Yunanlılar mutlak borç ve tarihi
boyutlarda tasarruf önlemleriyle yüz yüze kalıyorlar; ve Britanyalı
isyancıların öfkesi uzun bir ırksal hiyerarşi tarihini hedef aldı -hatta onlar
çadır bile kurmadılar.
Tüm bu mücadeleler tekildir ve
belirli yerel koşullara yöneliktir. Dikkat edilecek ilk şey, yine de, gerçekte,
yaptıklarının birbirleriyle konuşmak olduğudur. Mısırlılar, elbette,
Tunusluların kat ettiği yolları anlaşılır biçimde aşağıya indirdi ve onların
sloganlarını benimsedi, fakat Puerta del Sol işgalcileri de kendi
mücadelelerini Tahrir’dekilerin deneyimlerini sürdürmek olarak düşündüler.
Sırası geldiğinde, Atina’dakilerin ve Tel Aviv’dekilerin
gözleri Madrid ve Kahire’dekilerin deneyimlerine odaklandı. Wall Street
işgalcileri, mesela, zorbaya karşı mücadeleyi finans zorbalığına karşı
mücadeleye tercüme ederek görünürde hepsini içerdiler. Onların kendi
koşullarındaki ve taleplerindeki farklar konusunda yanıldıklarını, ya da bunu
unuttuklarını ya da gözardı ettiklerini düşünebilirsiniz. Yine de biz inanıyoruz
ki, onlar mücadelenin dışındakilerden daha berrak bir görüşe sahipler, ve tekil
koşullarını ve yerel mücadelelerini çelişkiye düşmeksizin ortak küresel
mücadele ile bir arada tutabiliyorlar.
Ralph Ellison’un ‘görülmeyen
adam’ı*, ırkçı bir toplum içindeki çetin bir yolculuktan sonra, mücadele içinde
başkalarıyla iletişim kurma yetisini geliştirdi. Ellison’un anlatıcısı “Kim
bilir ama sizler için alçak frekanslarda konuştuğumu?” diye bitirir. Bugün de,
mücadele içindekiler alçak frekanslarda iletişim kuruyorlar, fakat, Ellison’un
döneminden farklı olarak, kimse kendisi için konuşmuyor. Alçak frekanslar
herkese açık radyo dalgalarıdır. Ve bazı mesajlar yalnızca mücadele içindekiler
tarafından işitilebilir.
Bu hareketler, elbette, bir dizi
belirleyici özelliği paylaşıyor, bunun en belirgini kamp yapma ya da işgal
stratejisidir. Bir on yıl kadar önce alternatif küreselleşme hareketleri
göçebeydiler. Küresel iktidar sisteminin bir dizi kilit kurumunun adaletsizlikleri
ve anti-demokratik doğasını aydınlatarak, bir zirve toplantısından diğerine göç
ettiler: diğerleri arasında Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası
Para Fonu, Dünya Bankası, G8 ülkelerinin liderleri. Buna
karşın, 2011’de başlayan mücadeleler çevrimi ise oturmaya dayalıdır. Zirve
takvimlerine göre gezinmek yerine, bu hareketler sabit duruyorlar ve hakikaten
de hareket etmeyi reddediyorlar. Onların hareketsizliği kısmen yerel ve ulusal
sosyal meselelere derin bir şekilde kök salmış olmalarından dolayıdır.
Bu hareketler bir çokluk olarak,
içsel örgütlenmelerinde de ortaklar. Yabancı gazeteciler Tunus ve Mısır’da
hareketler için umutsuzca bir lider aradılar. Örneğin, Tahrir Meydanı işgalinin
en yoğun dönemi boyunca, her gün başka bir figürün gerçek lider olduğunu farz
ettiler. Bir gün bu Nobel ödülü kazanmış Mohamed El Baradei oldu, bir sonraki
gün Google yöneticisi Wael Ghonim, ve böyle gitti. Medyanın anlayamadığı ya da
kabul edemediği Tahrir Meydanı’nda hiçbir liderin olmadığıydı. Hareketlerin bir
lidere sahip olmayı reddetmesi yıl boyunca fark edilebilirdi, fakat belki de en
çok Wall Street’te barizdi. Zucotti Park’ta bir dizi entelektüel ve
meşhur sima kendini gösterdi, fakat hiç kimse onlardan herhangi birisini lider
olarak düşünemezdi; onlar çokluğun misafirleriydi. Kahire ve Madrid’den Atina
ve New York’a, hareketler bunun yerine örgütlenme için yatay mekanizmalar
geliştirdi. Karargâhlar inşa etmediler ya da merkez komiteler oluşturmadılar
fakat sürüler gibi yayıldılar ve en önemlisi, katılımcıların hep birlikte
yönetebilecekleri demokratik karar alma pratikleri yarattılar.
Hareketlerin sergiledikleri üçüncü
belirleyici özellik, farklı yollarla da olsa, bizim ortak olan için mücadele
olarak tasavvur ettiğimiz şeydir. Bazı olaylarda bu alevler içinde ifade
edildi. Muhammed Buazizi kendisini yaktığında, onun
protestosunun yalnızca yerel polisin elinden çektiği acıya karşı değil aynı
zamanda ülkedeki, çoğu eğitimlerine uygun bir iş bulamayan çalışanların geniş
şekilde paylaştığı toplumsal ve ekonomik kötü vaziyetlerine de karşı olduğu
anlaşıldı. Doğrusu hem Tunus’ta hem de Mısır’da zorbaları ortadan kaldırmak
için çıkan gürültülü sesleniş, derin toplumsal ve ekonomik meseleler karşısında
duyarsız olan pek çok izleyicinin hareketlere ve yanı sıra sendikaların çok
önemli eylemlerine umut bağlamasını sağladı.
Ağustos’ta Londra’daki
ayaklanma ateşi de mevcut ekonomik ve toplumsal düzene karşı protestonun
ifadesi oldu. 2005’te Paris’li isyancılar ve ondan on yıl kadar
önce Los Angelos’takiler gibi, Britanyalıların öfkesi karmaşık bir dizi
toplumsal meseleye karşılık geldi, bunlardan en ortada olanıysa ırksal
ikincilleştirmenin. Fakat bu olayların her birindeki ateşe verme ve yağmalamalar
malların iktidarı ve mülkiyet egemenliğine de karşılık gelir, bunların
kendileriyse elbette, çoğunlukla ırksal ikincilleştirmenin araçlarıdırlar.
Bunlar, o halde, neoliberalizmin adaletsizliklerine ve nihai olarak özel
mülkiyet egemenliğine karşı koymaları anlamında ortak olan için mücadelelerdir.
Fakat bu onları sosyalist yapmaz. Gerçekte, bu mücadeleler çevrimi içinde
geleneksel sosyalist hareketleri çok az görüyoruz. Ve ortak olan için
mücadeleler özel mülkiyet egemenliğine ne kadar karşı koyuyorsa, eşit derecede
kamu mülkiyetine ve devletin kontrolüne de o kadar karşı geliyorlar.
Bu kitapçıkta** 2011’de patlayan
mücadele çevrimlerinin arzularına ve başarılarına hitap etmeyi hedefliyoruz,
fakat bunu onları doğrudan analiz ederek yapmayacağız. Bunun yerine içinde
ortaya çıktıkları genel toplumsal ve politik koşulları soruşturmakla
başlayacağız. Bizim buradaki saldırı hedefimiz, mevcut toplumsal ve politik
krizin bağlamı içinde üretilmiş baskın öznellik biçimleridir. Hepsi de
yoksullaştırılmış ve toplumsal eylem güçleri maskelenip gizemli hale getirilmiş
dört birincil öznel figür -borçlandırılmış, medyatikleştirilmiş,
güvenlileştirilmiş ve temsil edilmiş- kullanıyoruz.
Başkaldırı ve isyan hareketlerinin,
bizlere yalnızca bu öznel figürlerin mustarip oldukları baskıcı rejimleri
reddetmenin araçlarını sağlamakla kalmadığını aynı zamanda bu öznellikleri güç
figürlerine çevirmeyi de sağladığını keşfediyoruz. Başka bir deyişle, onlar,
iletişimsel ve toplumsal zeminlerin yanı sıra ekonomik zeminlerde de hep birlikte
politik temsil sistemlerini başlarından atma potansiyelini yaratıp kendi
demokratik eylem güçlerini öne sürecekleri yeni bağımsızlık ve güvenlik
biçimleri keşfediyorlar. Bunlar hareketlerin şimdiden gerçekleştirdikleri ve
ilerde geliştirebilecekleri bazı başarılardır.
Yine de, bu tür öznelliklerin
güçlerini pekiştirmek ve arttırmak için başka bir adım gerekiyor. Hareketler,
aslında, kurucu bir sürecin temeli olabilecek bir dizi kuruluş ilkesini zaten
sağladı. Örneğin bu hareketler döngüsünün en radikal ve geniş kapsamlı
unsurlarından birisi, temsilin reddedilmesi ve demokratik katılım şemaları
yerine inşa oldu. Bu hareketler aynı zamanda özgürlüğe, ortak olanla ilişkimize
ve hâlihazırdaki cumhuriyetçi yapıların sınırlarını çok aşan bir dizi önde gelen
politik düzenlemeye yeni anlamlar veriyorlar. Bu anlamlar şimdi zaten yeni bir
ortak duyunun parçası haline geliyor. Bunlar, tıpkı on sekizinci yüzyıl
devrimleri boyunca müjdelenmiş olanlar gibi, geri alınamaz haklar olmaları için
şimdiden aldığımız, kuruluş ilkeleridir.
Görevimiz yeni toplumsal ilişkileri
sabit bir düzen içinde kanunlaştırmak değil, ama bunun yerine hem bu ilişkileri
örgütleyen hem de onları, aynı zamanda gelecekteki yenilikleri beslerken ve
çokluğun arzularına açık kalırken dayanıklı kılan kurucu bir süreci
yaratmaktır. Hareketler yeni bir bağımsızlık*** ilan ettiler, o halde kurucu
bir iktidar bunu ileriye taşımalıdır.
Mayıs 2012
* Yazarın aynı isimli
romanına gönderme yapılıyor. [Türkçesi Ralph Ellison, Görülmeyen Adam, çev.
Mehmet H. Doğan, Literatür Yayınları, s. 2004] (ç.n.)
**Burada bahsedilen, Michael
Hardt ve Antonio Negri’nin Declaration isimli kitapçıklarıdır, okuduğunuz yazı,
Declaration’ın giriş bölümüdür. (ç.n.)
*** Yazar burada 4
Temmuz 1776’da ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne gönderme
yapıyorlar. (ç.n.)
Çeviren: Kürşad KIZILTUĞ