22 Haziran 2013 Cumartesi

Bayrağı Devral / Michael Hardt & Antonio Negri


Bu bir manifesto değil. Manifestolar yaklaşan dünyaya bir anlık bakış sağlarlar ve ayrıca özneyi yaratır, ki o şu anda değişimin faili haline gelmek için maddileşmesi gereken bir hayalettir sadece. Manifestolar, ileriyi görme güçleri sayesinde kendi halklarını yaratan kadim peygamberler gibi iş görürler. Bugünün toplumsal hareketleri, manifestoları ve peygamberleri kullanılmaz hale getirerek usulü tersine çevirdi. Değişimin failleri, yalnızca yöneticileri korkutup sendeleterek değil, aynı zamanda yeni bir dünyaya dair vizyonlar dileyerek çoktan sokaklara inip şehrin meydanlarını işgal ettiler. Daha önemlisi, çokluklar (multitudes), kendi mantıkları ve pratikleri, sloganları ve arzuları yoluyla muhtemelen yeni bir ilkeler ve hakikatler dizisi bildirdiler. Onların bildirileri nasıl yeni bir sürdürülebilir toplumu kurmanın temeli haline gelebilir? Bu ilkeler ve hakikatler birbirimizle ve dünyamızla nasıl ilişki kuracağımızı yeniden keşfetmek için bize nasıl rehberlik edebilir? Çoklukların, bildirmekten kuruluşa giden geçidi kendi isyanları içinde keşfetmesi gerekiyor. 

2011 yılı başlarında, radikal eşitsizlikle nitelenen toplumsal ve ekonomik krizin derinliklerinde, ortak duyu, başımıza daha da büyük felaketler gelmesin diye yönetici güçlerin kararlarına ve rehberliğine güvenmemizi buyuruyor gibi göründü. Finans kuruluşları ve hükümet yöneticileri zorbalar olabilirler ve krizleri yaratmakta birincil derecede sorumlu da olabilirler, fakat bizim başka seçeneğimiz yok. 2011’in gidişatı boyunca, her ne kadar, bir dizi toplumsal mücadele ortak duyuyu paramparça etse de yeni birini inşa etmeye başladı. Wall Street’i İşgal Et en görüneniydi, fakat politik tartışmanın yerini değiştiren ve yıl boyunda yeni politik eylem olasılıklarını açan mücadeleler çevrimindeki anlar içinde yalnızca biriydi. 

İki bin on iki erken başladı. 17 Aralık 2010’da Tunus’un Sidi Bouzid şehrinde, bilgisayar bilimleri derecesi sahibi olduğu kaydedilen yirmi altı yaşında bir sokak satıcısı Muhammed Buazizi kendisini yaktı. Ayın sonunda kitlesel protestolar “Bin Ali defol!” talebiyle Tunus’a yayıldı ve hakikaten de Şubat’ın ortasında Zeynel Abidin Bin Ali artık girmişti. Mısırlılar bayrağı devraldılar ve Şubat sonlarından başlayarak, Hüsnü Mübarek’in de gitmesi için sokaklarda on binlerce hatta yüzbinlerce kişiyle devamlı olarak gösteri yapıldı. Kahire’nin Tahrir Meydanı, Mübarek ayrılmadan önce sırf 18 gün boyunca işgal edildi.

Baskıcı rejimlere karşı protestolar çok çabuk bir şekilde Kuzey Afrika’nın ve Ortadoğu’nun Bahreyn veYemen gibi başka ülkelerine ve son olarak da Libya ve Suriye’ye yayıldı, fakat Tunus ve Mısır’daki ilk kıvılcım daha uzakları da tutuşturdu. Wisconsin’deki hükümet binasını işgal eden protestocular Kahire’deki benzerleriyle dayanıştıklarını ve onun yankısı olduklarını kabul ettiklerini ifade ettiler, fakat en can alıcı adım 15 Mayıs’ta Madrid ve Barselona’nın merkezi meydanlarında indignados ismiyle yapılan işgallerde atıldı. İspanyol çadır kampları Tunus ve Mısır ayaklanmalarından ilham aldı ve onların mücadelelerini yeni şekillerde ileriye taşıdı. Sosyalistlerin yönettiği JosÈ Luis RodrÌguez Zapatero hükümetine karşı, tüm politik partilerin temsilini reddederek, “Gerçek demokrasi” talep ettiler, ve toplumsal protestoları bankaların yozlaşmasından işsizliğe, kamu hizmetlerinin eksikliğinden yetersiz konutlara ve yasa yoluyla tahliye etmelere kadar geniş bir çeşitliliğe taşıdırlar. Milyonlarca İspanyalı harekete katıldı ve nüfusun geniş bir çoğunluğu da onların taleplerini destekledi. İşgal edilmiş meydanlarda indignados (öfkeliler) hem karar almak için meclisler oluşturdular hem de geniş bir toplumsal sorunlar yelpazesini araştırmak için soruşturma komisyonları kurdular.

Tam Madrid, Puerta del Sol’daki kampların Haziran’da sökülmesinden önce, Yunanlılar indignados’tan bayrağı devraldı ve tasarruf önlemlerini protesto etmek için Atina’daki Syntagma Meydanı’nı işgal etti. Pek uzun olmayan bir süre sonra, çadırlar İsrailliler için toplumsal adalet ve refah talebiyle Tel Aviv’in Rothschild Bulvarı’na sıçradı. Ağustos başlarında, polisin siyah bir Britanyalıyı vurmasından sonra Tottenham’da isyanlar patlayıp tüm İngiltere’ye yayıldı.

17 Eylül’de Birkaç öncü işgalci, çadırlarını New York’taki Zucotti Parkı’na getirdiğinde, o zaman, bayrağı devralma sırası da onlara geldi. Ve gerçekten onların eylemleri ve hareketin Amerika Birleşik Devletleri’nde ve dünyada yayılması geride bıraktıkları yılın deneyimleriyle beraber anlaşılmak zorundadır.
Mücadelelerin parçası olmayan pek çoğu bu olaylar listesindeki bağlantıları görmekte sorun yaşıyorlar. Kuzey Afrika isyanları baskıcı rejimlere karşı koydu, talepleri zorbaların ortadan kaldırılması etrafındaydı; oysa Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’deki kamp kurma hareketlerinin geniş yelpazeli toplumsal talepleri temsile dayalı anayasal sistemleri hedef aldı. Daha da ötesinde, İsrail çadır protestoları (aman bunu bir işgal olarak adlandırmayın!) yerleşimlerdekilerin sorunlarıyla ilgili sessiz kalacak şekildeki taleplerle Filistinlilerin haklarını incelikli bir şekilde dengeledi; Yunanlılar mutlak borç ve tarihi boyutlarda tasarruf önlemleriyle yüz yüze kalıyorlar; ve Britanyalı isyancıların öfkesi uzun bir ırksal hiyerarşi tarihini hedef aldı -hatta onlar çadır bile kurmadılar.

Tüm bu mücadeleler tekildir ve belirli yerel koşullara yöneliktir. Dikkat edilecek ilk şey, yine de, gerçekte, yaptıklarının birbirleriyle konuşmak olduğudur. Mısırlılar, elbette, Tunusluların kat ettiği yolları anlaşılır biçimde aşağıya indirdi ve onların sloganlarını benimsedi, fakat Puerta del Sol işgalcileri de kendi mücadelelerini Tahrir’dekilerin deneyimlerini sürdürmek olarak düşündüler. Sırası geldiğinde, Atina’dakilerin ve Tel Aviv’dekilerin gözleri Madrid ve Kahire’dekilerin deneyimlerine odaklandı. Wall Street işgalcileri, mesela, zorbaya karşı mücadeleyi finans zorbalığına karşı mücadeleye tercüme ederek görünürde hepsini içerdiler. Onların kendi koşullarındaki ve taleplerindeki farklar konusunda yanıldıklarını, ya da bunu unuttuklarını ya da gözardı ettiklerini düşünebilirsiniz. Yine de biz inanıyoruz ki, onlar mücadelenin dışındakilerden daha berrak bir görüşe sahipler, ve tekil koşullarını ve yerel mücadelelerini çelişkiye düşmeksizin ortak küresel mücadele ile bir arada tutabiliyorlar.

Ralph Ellison’un ‘görülmeyen adam’ı*, ırkçı bir toplum içindeki çetin bir yolculuktan sonra, mücadele içinde başkalarıyla iletişim kurma yetisini geliştirdi. Ellison’un anlatıcısı “Kim bilir ama sizler için alçak frekanslarda konuştuğumu?” diye bitirir. Bugün de, mücadele içindekiler alçak frekanslarda iletişim kuruyorlar, fakat, Ellison’un döneminden farklı olarak, kimse kendisi için konuşmuyor. Alçak frekanslar herkese açık radyo dalgalarıdır. Ve bazı mesajlar yalnızca mücadele içindekiler tarafından işitilebilir.

Bu hareketler, elbette, bir dizi belirleyici özelliği paylaşıyor, bunun en belirgini kamp yapma ya da işgal stratejisidir. Bir on yıl kadar önce alternatif küreselleşme hareketleri göçebeydiler. Küresel iktidar sisteminin bir dizi kilit kurumunun adaletsizlikleri ve anti-demokratik doğasını aydınlatarak, bir zirve toplantısından diğerine göç ettiler: diğerleri arasında Dünya Ticaret ÖrgütüUluslararası Para FonuDünya Bankası, G8 ülkelerinin liderleri. Buna karşın, 2011’de başlayan mücadeleler çevrimi ise oturmaya dayalıdır. Zirve takvimlerine göre gezinmek yerine, bu hareketler sabit duruyorlar ve hakikaten de hareket etmeyi reddediyorlar. Onların hareketsizliği kısmen yerel ve ulusal sosyal meselelere derin bir şekilde kök salmış olmalarından dolayıdır.

Bu hareketler bir çokluk olarak, içsel örgütlenmelerinde de ortaklar. Yabancı gazeteciler Tunus ve Mısır’da hareketler için umutsuzca bir lider aradılar. Örneğin, Tahrir Meydanı işgalinin en yoğun dönemi boyunca, her gün başka bir figürün gerçek lider olduğunu farz ettiler. Bir gün bu Nobel ödülü kazanmış Mohamed El Baradei oldu, bir sonraki gün Google yöneticisi Wael Ghonim, ve böyle gitti. Medyanın anlayamadığı ya da kabul edemediği Tahrir Meydanı’nda hiçbir liderin olmadığıydı. Hareketlerin bir lidere sahip olmayı reddetmesi yıl boyunca fark edilebilirdi, fakat belki de en çok Wall Street’te barizdi. Zucotti Park’ta bir dizi entelektüel ve meşhur sima kendini gösterdi, fakat hiç kimse onlardan herhangi birisini lider olarak düşünemezdi; onlar çokluğun misafirleriydi. Kahire ve Madrid’den Atina ve New York’a, hareketler bunun yerine örgütlenme için yatay mekanizmalar geliştirdi. Karargâhlar inşa etmediler ya da merkez komiteler oluşturmadılar fakat sürüler gibi yayıldılar ve en önemlisi, katılımcıların hep birlikte yönetebilecekleri demokratik karar alma pratikleri yarattılar.

Hareketlerin sergiledikleri üçüncü belirleyici özellik, farklı yollarla da olsa, bizim ortak olan için mücadele olarak tasavvur ettiğimiz şeydir. Bazı olaylarda bu alevler içinde ifade edildi. Muhammed Buazizi kendisini yaktığında, onun protestosunun yalnızca yerel polisin elinden çektiği acıya karşı değil aynı zamanda ülkedeki, çoğu eğitimlerine uygun bir iş bulamayan çalışanların geniş şekilde paylaştığı toplumsal ve ekonomik kötü vaziyetlerine de karşı olduğu anlaşıldı. Doğrusu hem Tunus’ta hem de Mısır’da zorbaları ortadan kaldırmak için çıkan gürültülü sesleniş, derin toplumsal ve ekonomik meseleler karşısında duyarsız olan pek çok izleyicinin hareketlere ve yanı sıra sendikaların çok önemli eylemlerine umut bağlamasını sağladı.

Ağustos’ta Londra’daki ayaklanma ateşi de mevcut ekonomik ve toplumsal düzene karşı protestonun ifadesi oldu. 2005’te Paris’li isyancılar ve ondan on yıl kadar önce Los Angelos’takiler gibi, Britanyalıların öfkesi karmaşık bir dizi toplumsal meseleye karşılık geldi, bunlardan en ortada olanıysa ırksal ikincilleştirmenin. Fakat bu olayların her birindeki ateşe verme ve yağmalamalar malların iktidarı ve mülkiyet egemenliğine de karşılık gelir, bunların kendileriyse elbette, çoğunlukla ırksal ikincilleştirmenin araçlarıdırlar. Bunlar, o halde, neoliberalizmin adaletsizliklerine ve nihai olarak özel mülkiyet egemenliğine karşı koymaları anlamında ortak olan için mücadelelerdir. Fakat bu onları sosyalist yapmaz. Gerçekte, bu mücadeleler çevrimi içinde geleneksel sosyalist hareketleri çok az görüyoruz. Ve ortak olan için mücadeleler özel mülkiyet egemenliğine ne kadar karşı koyuyorsa, eşit derecede kamu mülkiyetine ve devletin kontrolüne de o kadar karşı geliyorlar.
Bu kitapçıkta** 2011’de patlayan mücadele çevrimlerinin arzularına ve başarılarına hitap etmeyi hedefliyoruz, fakat bunu onları doğrudan analiz ederek yapmayacağız. Bunun yerine içinde ortaya çıktıkları genel toplumsal ve politik koşulları soruşturmakla başlayacağız. Bizim buradaki saldırı hedefimiz, mevcut toplumsal ve politik krizin bağlamı içinde üretilmiş baskın öznellik biçimleridir. Hepsi de yoksullaştırılmış ve toplumsal eylem güçleri maskelenip gizemli hale getirilmiş dört birincil öznel figür -borçlandırılmış, medyatikleştirilmiş, güvenlileştirilmiş ve temsil edilmiş- kullanıyoruz.

Başkaldırı ve isyan hareketlerinin, bizlere yalnızca bu öznel figürlerin mustarip oldukları baskıcı rejimleri reddetmenin araçlarını sağlamakla kalmadığını aynı zamanda bu öznellikleri güç figürlerine çevirmeyi de sağladığını keşfediyoruz. Başka bir deyişle, onlar, iletişimsel ve toplumsal zeminlerin yanı sıra ekonomik zeminlerde de hep birlikte politik temsil sistemlerini başlarından atma potansiyelini yaratıp kendi demokratik eylem güçlerini öne sürecekleri yeni bağımsızlık ve güvenlik biçimleri keşfediyorlar. Bunlar hareketlerin şimdiden gerçekleştirdikleri ve ilerde geliştirebilecekleri bazı başarılardır.

Yine de, bu tür öznelliklerin güçlerini pekiştirmek ve arttırmak için başka bir adım gerekiyor. Hareketler, aslında, kurucu bir sürecin temeli olabilecek bir dizi kuruluş ilkesini zaten sağladı. Örneğin bu hareketler döngüsünün en radikal ve geniş kapsamlı unsurlarından birisi, temsilin reddedilmesi ve demokratik katılım şemaları yerine inşa oldu. Bu hareketler aynı zamanda özgürlüğe, ortak olanla ilişkimize ve hâlihazırdaki cumhuriyetçi yapıların sınırlarını çok aşan bir dizi önde gelen politik düzenlemeye yeni anlamlar veriyorlar. Bu anlamlar şimdi zaten yeni bir ortak duyunun parçası haline geliyor. Bunlar, tıpkı on sekizinci yüzyıl devrimleri boyunca müjdelenmiş olanlar gibi, geri alınamaz haklar olmaları için şimdiden aldığımız, kuruluş ilkeleridir.
Görevimiz yeni toplumsal ilişkileri sabit bir düzen içinde kanunlaştırmak değil, ama bunun yerine hem bu ilişkileri örgütleyen hem de onları, aynı zamanda gelecekteki yenilikleri beslerken ve çokluğun arzularına açık kalırken dayanıklı kılan kurucu bir süreci yaratmaktır. Hareketler yeni bir bağımsızlık*** ilan ettiler, o halde kurucu bir iktidar bunu ileriye taşımalıdır.

Mayıs 2012

* Yazarın aynı isimli romanına gönderme yapılıyor. [Türkçesi Ralph Ellison, Görülmeyen Adam, çev. Mehmet H. Doğan, Literatür Yayınları, s. 2004] (ç.n.)

**Burada bahsedilen, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin Declaration isimli kitapçıklarıdır, okuduğunuz yazı, Declaration’ın giriş bölümüdür. (ç.n.)

*** Yazar burada 4 Temmuz 1776’da ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne gönderme yapıyorlar. (ç.n.)

Çeviren: Kürşad KIZILTUĞ


İsyanda ortak olan / Judith Revel - Toni Negri

Köylülerin soylulara karşı ayaklanmalarına benzeyen kent isyanlarını önceden bilmek, bir kez hali hazırdaki ekonomik kriz, kendi sebeplerine ve toplumsal sonuçlarına dek geri götürülünce, çok fazla hayal gücü gerektirmedi. Ortak Zenginlik (1) bunu zaten 2009’da önceden haber vermişti. Bizim beklemediğimiz şeyse, tersine, İtalya’da, hareketin içinde bu öngörünün reddedilebileceğiydi. Bu aslında, denildi bize, eskiden kalma gibi görünüyor; buna karşılık bize şu söylendi: Şimdi artık krize karşı geniş cepheleri yeniden inşa etme ve hareketlerin içinde politik temsile hitap edecek örgütlenme-iletişim-onaylama biçimleri tesis etme zamanıdır.
Öyleyse, şimdi her şeye rağmen kendilerini az ya da çok klasik isyankâr biçimler içinde ifade eden hareketler ve yine her yerde, bu yüzden insanların düşüncesini içinde inatçı bir şekilde alıkoymuş olan eski jeopolitik dilbilgisini kökünden söküp atmakla karşı karşıyayız. Bu nedenle elimizdekiler şunlar:
1) Güvencesiz ve işsiz işçilerden oluşan yeni bir proletarya, krizde orta sınıflara ekleniyor. Bunlar mücadelede alışılmadık yollarla birleşen, Güney Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi, yeni, daha demokratik yönetim biçimleri talep eden çeşitli öznelerdir. Bin Ali’nin politik diktatörlüğü ile bizim uyduruk demokrasilerimizin politik-ekonomik olanı -on yıllardan beri ikincisi kesin olarak birincisini inşa etmesine, desteklemesine ve korumasına rağmen- belki eşdeğer değil, fakat şimdiye kadar radikal demokrasiye yönelik dürtü her yerde ve farklı cihetlerden doğup, her biri diğerinin taleplerini harmanlayıp, birbiri içine geçirip melezleştiren mücadelelerin ortaklığına işaret ediyor.
2) Şimdiye kadar, tamamen, karma ekonomiler, imalata dayalı ekonomiler ve/veya bilişsel ekonomiler içerisindeki finansal rejimler tarafından kontrol edilen, sınıf ilişkilerine dayalı toplumlardan mustarip, tam da aynı toplumsal güçler, farklı zeminler üzerinde (öncelikle işçilerin, öğrencilerin hareketleri ve daha genel olarak güvencesizlik kaynaklı hareketler; ve artık “acampados” (2) türünden karmaşık toplumsal hareketler) eşit kararlılıkla hareket ediyorlar.
3) Saf reddediş hareketlerinin yeniden canlanması, hem dikey (orta sınıfların dışlanmış proletaryaya doğru baş aşağı düşmesi) hem de yatay olarak (Saskia Sassen’in dikkat çektiği gibi, çeteler arasındaki çatışmaların mahallelerin duvarlarında AK-47 mermilerinin izlerini bıraktığı, örgütlü mücadelelere karşı tek -dramatik, entropik- alternatifin örgütlü suç olduğu “Brezilyalılaştırılmış” bölgelerle soylulaştırılmış bölgeler arasında yarılmış olan metropollerin farklı kesimleriyle ilişkili) tabakalaşmış, ve şimdiye dek hiç olmadığı kadar karmaşık bir toplumsal bileşimle kesişen çizgiler oluşturmaktadır.
Bu üçüncü türe ait olan şimdiki İngiltere isyanları, bir süre önce Fransız banliyölerini etkilemiş olanlara oldukça benzer: Umutsuzlukla öfkenin bir karışımı, kendi-kendine örgütlenme kırıntıları ve başka türlerin belirginleşmeleri (mahalle birlikleri, şebekeleşmiş dayanışmalar, futbol taraftarlarının kulüpleri, vs.), şu ana kadar moloza dönen hayatların dayanılmazlığını ifade ediyor. Bu isyanlardan geriye kalan, şüphesiz tedirgin edici moloz yığını, eninde sonunda bugün pek çok erkeğin ve kadının gündelik hayatlarının getirildiği halden pek de farklı değil: Öyle ya da böyle küçük hayat kırıntıları.
Ortak olanı düşünmenin bakış açısından bu karmaşık fenomenler hakkında bir tartışma nasıl açabiliriz? Aşağıdaki iddiamız tartışma için bir mekân açmaya dönük katıksız bir niyete sahip.
En başta, bize öyle görünüyor ki kitle iletişim araçları ve yönetici sınıflar tarafından dillendirilen bazı yorumların maskesini düşürmemiz gerekiyor.
Evvela, bizim üzerine tartıştığımız bu hareketlerin, politik bir bakış açısından, kendi “radikal” çeşitlilikleri içinde, ele alınması gerektiğini iddia ediyorlar. Şimdi, şurası besbelli ki bu hareketler politik olarak çeşitlilik gösteriyor. Fakat “radikal olarak” böyle olduklarını söylemek ahmakça. Bütün bu hareketler, aslında, radikal olarak yalnızca Bin Ali ya da diğer diktatörlere karşıtlıklarından dolayı, durum ne olursa olsun, ya da Zapatero’nun veya Papandreou’nun politik ihanetini ihbar ettikleri için, ya da Cameron’dan veya Avrupa Merkez Bankası’ndan nefret ettikleri için radikal olarak karakterize edilemezler. Daha ziyade, hepsi de ekonominin ya da krizin sonuçlarının (hiçbir şey temelden çılgınca olan bir ekonomik sistemi vuran bir felaket olarak krizi ele almaktan daha yanlış olamaz; hiçbir şey krizden önceki kapitalist ekonomiye dönük nostaljiden daha korkunç olamaz) bedelini ödemeyi reddettiklerinden dolayı radikal olarak karakterize edilirler, yani, bu şunu söylemektir: şimdi muktedirlerin yararına gerçekleşmekte olan devasa servet hareketi, sanki onlar Batılı rejimlerin (demokratik ya da diktatörlüğe dayalı, muhafazakâr ya da reformist benzeri...) politik biçimleri içindelermiş gibi örgütleniyor.
Bunlar Mısır’da, İspanya’da ya da İngiltere’de, boyun eğmenin, sömürünün ve bu ekonominin dünyanın bütün nüfuslarının hayatları için hazırladığı talanın ve bu biyopolitik mülk edinmenin krizinin idare edildiği politik biçimlerin eşzamanlı olarak reddedilişinden doğan isyanlardır. Ve bu aynı zamanda bütün sözüm ona “demokratik” rejimler için de doğrudur. Bu tür bir yönetim biçimi yalnızca görünüşteki “sivilliği” için tercih edilebilir gibi görünüyor, bununla ezdiği varlıkların onuruna ve insanlığına yaptığı saldırıları maskeliyor, ancak politik temsilin kayboluşu artık çöküş noktasında. Bin Ali’nin Tunus’u ile Cameron’un Tottenham ya da Brixton’daki temsilcilikleri arasında radikal farklılıklar olduğunu iddia etmek, sırf gözümüzün önündekini inkâr etmektir: Her iki durumda da hayat öylesine tecavüze uğramış ve yağmalanmıştır ki bir isyan hareketinde patlamasından başkası düşünülemez. İngiltere’yi ilkel birikim dönemlerine, Moll Flanders hapishanelerine ve Oliver Twist’in fabrikalarına geri götüren baskı mekanizmalarından bahsetmek değil bu. İngiltere şehirlerinin duvarlarına ve panolarına asılmış, isyandaki gençlerin polis tarafından çekilmiş fotoğraflarının karşısına, gerçekten de bütün toplulukları bu hale getiren ve kriz sayesinde kendi kârlarını semirtmeyi sürdüren bankerlerin ve finansal şirketlerin patronlarının domuz gibi suratlarının büyük boyutlu baskılarını yan yana dizip koymak gerek.
Şimdi gazetelerin tırı-vırılarına geri dönelim. Aynı zamanda diyorlar ki isyanlar etik-politik bakış açısından da farklıdırlar. Bazıları bu yüzden, Mağrip ülkelerinde olduğu gibi meşrudur, çünkü orada diktatörlük rejimlerinin çürümesi sefil koşullara yol açtı; İtalyan öğrencilerinki ya da İspanyol “indignados” protestoları da hâlâ anlaşılabilir çünkü “güvencesizlik çok kötüdür”; buna karşılık İngiliz ve Fransız proletaryasının isyanları ise iddiaya göre sırf başka insanlarının mülkiyetinin yağmalanmasıyla, holiganlıkla ve ırksal nefretle dikkat çektiği kadarıyla “sabıkalı”dır.
Bütün bunlar fazlasıyla yanlış, çünkü bu isyanlar -aralarındaki bizim inkâr etmediğimiz tüm farklılıklarıyla- ortak bir doğaya sahiptirler. Bunlar gençlik isyanları değil, nüfusun giderek geniş tabakalarının bütünüyle dayanılmaz olarak gördüğü toplumsal ve politik koşulları anlayan isyanlardır. Çalışmanın ve sosyal ücretin alçalması klasik ekonomistler ve Marx tarafından işçilerin yeniden üretimini sağlayacak düzeyle tanımladıkları, “zorunlu ücret” olarak adlandırdıkları eşiğin altına düştü. Ve artık, bu mücadeleleri, tüketimciliğin aşırılıklarının doğurduğunu iddia eden gazetecilere kafa tutuyoruz.
İşte ilk sonucumuz geliyor. Bu hareketler, “bileşimi yeniden düzenleyen” [recompositional] hareketler olarak tanımlanabilir. Bunlar kendi dayanışma uğraklarını yoksunluğa karşı mücadeleleri içinde güçlendiren nüfusların -ister şu ana kadar güvenceli işi olan işçiler olsun ister güvencesiz, işsiz ya da yalnızca ufak tefek, geçici veya kayıt-dışı olarak bilinen işler olsun- fiilen içine işlerler. Gerileyen orta sınıflar ve proletarya, göçmenler ve göçmen olmayanlar, bedensel ve bilişsel işçiler, emekliler, ev kadınları ve gençler yoksullukta ve ona karşı mücadelede birbirlerine katılıyorlar. Burada birleşik bir mücadelenin koşullarını buldular.
İkincisi, bunların kaotik ve nihilistik hareketler olmadığı, yakmış olmanın hatırına yakmakla ilgisi olmadığı, yalnızca beklenmedik bir “gelecek yok”un yıkıcı gücünü tasdik etmek istemediği hemen açığa çıktı (ve bu, hareketlerdeki tüketimci karakteristik iddiasını ortaya atanları genelde dehşete düşürüyor). Punk hareketinden (ki öte yandan, stereotiplerin aksine, tutkulu şekilde üreticiydi) 40 yıl sonra, bunlar her türlü geleceğin sonunun geldiğini beyan eden, kayda geçiren ve içselleştiren hareketler değil; bunlar daha çok geleceği inşa etmek isteyen hareketlerdir. Onları etkileyen krizin, proletaryanın üretmemesi -ya bir patronun altında ya da şimdiye kadar değerin ele geçirilme sürecini destekleyen toplumsal işbirliğinin genel koşullarında- ya da yeterince üretmemesi gerçeği yüzünden olmadığını biliyorlar; fakat bu gerçekleşiyor çünkü onların kendi üretkenliklerinin meyveleri çalınıyor; demek ki onlara ait olmayan bir krizin bedelini ödemeye zorlanıyorlar; burjuvazi savaş için biriktirip kendi kârı için el koyarken, onlar sağlık harcamaları, emeklilik ve kamu düzeni sistemleri için zaten ödemişlerdi. Fakat çoğunlukla biliyorlar ki, onlar, asiler, iktidar mekanizmalarının ve bunları düzenleyen mekanizmaları düzenleyen toplumsal ilişkilerin üstesinden gelmedikleri sürece bu krizden hiçbir çıkış yok. Fakat, birisi kalkıp bunların politik hareketler olduğuna itiraz edebilir. Kendilerini politik olarak doğru konumda (çoğunlukla Kuzey Afrikalı isyancılar ya da İspanyol “insignados” için gerçekleştiği gibi) ifade etselerdi bile, -diye ekliyor eleştirmenler- bu hareketler demokratik düzene karşı sakıncalı veya hassastırlar.
Elbette eklemek isteriz: Krizin üstesinden gelmek için mevcut politikalara saldıracak bir projenin gerçekleşebilmesinin geçitlerini ve yollarını şimdiki politik düzende bulmak imkânsız değilse de çok zordur. Sağ ve sol, neredeyse her zaman benzerler. Birincisi için servet vergisi 40-50 bin Avro geliri olanları hedef almalı, ikincisi için 60-70 bin Avroyu: Bu mu fark? Özel mülkiyetin savunusu, özelleştirmenin genişletilmesi ve liberalleşme her iki tarafın da gündeminde. Seçim sistemleri şimdiye kadar ayrıcalıklı katmandan delegelerin katıksız ve basitçe seçilmesine indirgendi, falan filan. Bu hareketler bunların hepsine saldırıyor: Böyle yaptıklarında politikler mi değiller mi? Bu hareketler politikler çünkü kendilerini talep-eden değil, kurucu bir zemine yerleştiriyorlar. Özel mülkiyete saldırıyorlar çünkü onu kendilerine zulmedilmesinin biçimi olarak biliyorlar ve bunun yerine kuruluş ve dayanışmanın, refahın, eğitimin, uzun lafın kısası, ortak olanın özyönetiminde ısrar ediyorlar, çünkü bu, şu ana dek eski ve yeni iktidarların ufku oldu.
Elbette hiç kimse bu isyanların aniden yeni yönetim biçimleri doğuracağını düşünecek kadar aptal değil. Bununla beraber bu isyanların öğrettiği şey “bir artık ikiye bölünür” yani kapitalizmin görünüşteki kusursuz katılığı şimdiye kadar, hiçbir şekilde hep birlikte geri götürülemeyen, sermayenin doğrudan doğruya şizofrenik olduğu ve hareketlerin politikalarının kendilerini ancak bu yarılmanın içine yerleştirebilecekleri eski bir fantazmagoriydi.
Umuyoruz ki, ayaklanmaların otonomist politikanın zamanı geçmiş bir aleti olduğuna inanmış yoldaşlar, neyin devam ettiği üstüne düşünmeye muktedir olurlar. Parlamenter seçim takvimlerini beklemek ve yavaş yavaş yok olmak yerine, neyin gelmekte olduğunu hep birlikte anlayabileceğimiz isyanda, ortak olan için yeni kurucu kurumlar icat etmenin yanında olmaktır bu.
Ağustos 2011

1. Michael Hardt ve Antonio Negri. 2009. Commonwealth. Cambridge, MA: Harvard University Press. [Türkçesi: Ortak Zenginlik, çev. Efla-Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, 2011.]

2. Acampados. 2011 yılının Mayıs ayında İspanya’nın başkenti Madrid’in Plaza Del Sol meydanında uzun süreli protesto ve işgal hareketlerinde eylemciler kamplar kurmuşlardı. Acampados bu tür kamp hareketlerine deniliyor. (-ç.n.)

Çeviren: Kürşad Kızıltuğ

Devrim / Felix Guattari


Devrimin anlamı hakkında birazcık deneme yapmalı ve düşünmeliyiz. Bu terim şimdi o denli kırılmış ve yıpranmış ve o kadar çok her yere çekilmiştir ki, her ne kadar basit de olsa temel bir tanıma geri dönmek gerekli. Bir devrim, bir sürecin, aynı noktaya geri dönmeyi imkânsız kılan bir değişimin doğasına dair bir şeydir. Bu, yeri gelmişken, “devrim” teriminin, bir yıldızın diğeri etrafındaki dönüş hareketine atıfta bulunan bir anlamda kullanılmasına aykırıdır. Devrim, bir şeyi değiştiren bir tekrar, tersine dönüşü olmayanı getiren bir tekrardır. Tarihi üreten, bizleri aynı tutumların ve anlamların tekrarından alıp götüren bir süreç. Bu yüzden, tanım gereği, bir devrim programlanamaz, çünkü programlanabilir olan daima zaten buradadır (déjà-là). Devrimler, tarih gibi, daima sürprizler üretir. Tanım gereği daima önceden tahmin edilemezdirler. Bu insanı devrim için çalışmaktan alıkoymaz, devrim için çalışmayı önceden tahmin edilemez için çalışmak olarak anladığı sürece.
 Dediğim şey hiç de o kadar saçma değil: üretken bir sürece katılmış bir şair ya da müzisyen –eğer kendisi bütünüyle bir üniversiteye ya da konservatuara bağlanmış değilse– onu üretene kadar ne ürettiğini asla bilmez. Kendi üretimlerinde intihar ya da deliliğe varma noktasının üstesinden gelmiş bütün yaratıcıların muazzam bir listesini yapabiliriz.
Konumuza dönersek, benim görüşüme göre, devrim fikri süreç fikri ile tanımlanır. Var olmayan bir şeyi üretmektir, şeylerin, düşüncelerin ve duyarlılıkların tam olarak varlıkları içinde bir tekillik üretmektir. Bilinçsiz toplumsal alanda, söylemin ötesindeki bir düzeyde, mutasyonlara sebep olan bir süreçtir.  Biz bunu bir varoluşsal tekilleşme süreci olarak adlandırırdık. Sorun tekil süreçlerin, onları bir çalışmada, bir metinde, birisiyle ya da başkalarıyla birlikte bir hayat tarzında, ya da yaşam alanlarının veya yaratılacak özgürlüklerin keşfinde açıkça ifade ederek desteklenmesinin nasıl sağlanacağıdır.
 Ancak bugünlerde insanlar,  “devrimci” sözcüğünün belirli durumları ve projeleri tarif etmekte kullanıldığını pek duymuyor. Devrimci ne anlama geliyor? Mesela bir projenin, Troçkist kavrayışta olduğu gibi sürekli devrimci olması mümkün mü? Bu açıkçası sözcükler üzerinde otomatik bir oyundur, çünkü tanım gereği devrim sürekli olamaz: o, bir sürecin içinde bir tersine çevrilemezlik anı olarak tanımlayabileceğimiz belirli bir dönüşüm anıdır. Benim buradaki yerim bu konuda ders vermek değil, fakat tersine çevrilemez süreçlerin çalışılması bilimde önemli bir teorik problemdir, özellikle de termodinamik alanında. O halde, bir süreci, eğer tersine çevrilemez bir gidişat alıyorsa ve bundan ötürü, buna onun tarihi emsalsiz şekilde yazdığını da ekleyebiliyorsak,  devrimci olarak adlandırabiliriz.
Henüz söylediğim şey çok bayağı görünüyor, fakat bunu belirli klişelere uygularsak şeyler daha karmaşık hale gelirler. İçsel olarak devrimci olmak bir sınıf için mümkün müdür? Bir toplumsal, siyasal oluşumun –sendikaların mesela–elli yılı aşkın bir süre boyunca devrimci olduğunu iddia etme durumu, Sovyetler Birliği’nde örneğinde olduğu gibi açıkça bir çelişkidir: devrim ya süreçseldir, ya da devrim değildir. Fransız Devrimi bittiğinde, işaretler bütün şehir salonlarına konuldu ve okul çocukları insan hakları beyannamesini ezbere öğrenmek zorunda kaldılar: bu artık süreçsel karaktere sahip bir devrimdi.
Devrimci mikro süreçler yalnızca toplumsal ilişkilerden fazlasını gerektirir. Örneğin Modigliani, bir şekilde, muhtemelen daha önce hiç kimsenin yapmaya cüret edemeyeceği yüzler gördü. Örneğin, belirli bir anda, zamanın devri içinde bizim “yüzsellik makinesi” diyebileceğimiz şeyi bütünüyle değiştiren özel bir tür mavi göz resmi çizdi. Algılama ve pratik açısından bu dönüşüm mikro süreci, bir şeylerin değişmiş olduğunu algılayan insanlar tarafından yakalandı, Modigliani yalnızca kendisinin bir yüzü görme biçimini değiştirmekle kalmadı, bir yüzün kolektif olarak görülme biçimini de değiştirdi. Bu süreç kendi hayatiyetini, devrimci karakterini belirli bir toplumsal alanda, zamanın belirli bir anında ve belirli bir dönemde korudu. Daha sonra, resim yapma süreci başka bir yerde vuku buldu, başka süreçler ve başka devrimci mutasyonlar zuhur etti ve bir şekilde, kimi şekillerde yeni mikro süreçler gelişim halinde yerini aldı. Evet, devrim sorunsalı bu türden şeyler de içerir.
 Eğer bir kültürel devrim ve insanlar arasında bir tür mutasyon yoksa daha önceki bir toplumun yeniden üretimini geçersizleştirmemiz olmaksızın, olası herhangi bir rejimin devrimci bir dönüşüm olduğuna inanmıyorum. Benim moleküler devrim dediğim şey, hayat tarzındaki değişimin belirli pratiklerine dair tüm olasılıkların yelpazesidir ki bu herhangi bir toplumsal dönüşümün koşuludur. Bunda ütopyacı ya da idealist hiçbir şey yok.
 Bugünlerde, insanlar devrimci sözcüğünü dillendirmeye artık cesaret dahi etmiyorlar. Kabul edilmelidir ki, “hakiki” bir devrimin hâlâ var olabileceğini tahayyül etmek daha ziyade ahmakça. Bugün Fransa’da devrimden bahsetmek hiç de havalı değil. Çoğu Fransız entelektüeli, sınıf mücadelesi sorunsalını dışlıyor, fakat bu demek değil ki bunun tarihteki bir mesele olduğundan vazgeçmiş olsunlar. Vuku bulan şey, hali hazırda onların iyi bilinen bir açmazda olduğudur.Devrimci olduğu iddia edilen tüm modelleştirme sistemleri, gerçekten daha çok bahsettiğim şeyin reddine sebep olan bir şey, devrimci süreçleri engelleyen bir şey gibi işlev görüyor. Bununla birlikte, onu idare eden bütün bürokratizmlere rağmen bu mücadele gereklidir: bütün mesele bunu devrimci bir süreçle karıştırmamaktır. Fakat devrimci olmadığı gerçeği onu daha az gerekli kılmaz. Örnek olarak bir çatıyı destekleme problemini alalım: burada açığa çıkan sorun, çatı desteklemenin devrimci olup olmadığını bilerek yapmak zorunda olmak değil, kafalarımıza düşmesi tehlikesini göze alıp almadığımızı bilmektir. Bunun aynısı toplumsal ilişkiler için söylenebilir: çalışan sınıfların ve çeşitli çıkar gruplarının, hangi aracı kullanabilirlerse kullansınlar, baskıcı sistemlere karşı direnmeleri tamamen meşrudur. Bir şey daha, bir devrim siyasetini (çoğul olarak), moleküler devrimleri açıkça dile getirmek, epey farklı bir şeydir. Önemli olan, Marksizmi/toplumsal mücadeleyi/sendika mücadelesini moleküler devrimlerin karşısına, birbirlerini dışlayıcı alternatifler olarak kuran düalist, ikici mantıktan kaçınmaktır.
1982

Felix Guattari & Suely Rolnik, Molecular Revolution in Brazil, Semiotext(e), 2008, sayfa: 258-261.

Çeviren: Kürşad Kızıltuğ

7 Nisan 2013 Pazar

Semiyo-Kapital ve Dayanışma Meselesi / Franco 'Bifo' Berardi


Semiyo-Kapital ve Dayanışma Meselesi



Franco 'Bifo' Berardi


Bu metin, Bifo’nun (Nina Power ile birlikte), Auto Italia’nın Ağustos 2011’de Federico Campagna, Huw Lemmey, Michal Oswell ve Charlie Woolley ile beraber düzenledikleri ‘Bizim Zaman ve Hareket Kavrayışımız’ adlı etkinlikte yaptığı konuşma temel alınarak hazırlanmıştır.

Yapacağım sunumun öfkeli ve heyecanlı tavrı için özür diliyorum ancak sorun, düşüncelerimin nesnesinin tam da bu öfkeye bulanmış olmasından kaynaklanıyor. Eylemlerimizin içinde yer aldığı çerçevenin idrakine gerçekten varmadan çok fazla şey yapıyoruz. Burada bu çerçeveyi, onu ele alış biçimimiz üzerinden netleştirmeye ya da bu kadar kısa sürede buna dair bazı sonuçlara varmaya çalışmayacağım. Ancak ufuktaki sorun, ufuktaki yıkım, ufuktaki ayaklanma hakkında bir şeyler söylemek istiyorum.

I – Semiyo-Kapital

Semiyo-Kapital kavramını, temelde göstergelerin, ‘semiyo’ların üretimine odaklanmış bir toplumsal üretim biçimini tanımlamak için öneriyorum. Toplumsal üretimin her biçiminin semiyotik olduğunu iddia edecek değilim. Göstergelerin yanında ayakkabıların ve arabaların ve evlerin de üretildiğini biliyorum. Ancak her şey git gide daha yoğun biçimde göstergelere tercüme ediliyor. Her şey, ekonomik düzeyde, git gide daha fazla semiyotik bir üretim formu ile yer değiştiriyor.

Bu nedenle semiyo-kapital kavramını, üretimin finansal – ki finansal demek yersiz yurtsuzlaştırılmış demektir – ve fraktal rekombinan bir üretim biçimi ile günden güne daha çok ikame edildiği bir katman olarak tanımlıyorum. Burada fraktal terimi (Fransız-Amerikan bir matematikçi olan) Mandelbrot’un işlediği haliyle kullanıyorum. Fraktal, parçalanmış, ancak kabaca değil de birbirleri ile yeni bir birleşim oluşturabilecek biçimde fragmanlara ayrılmış geometrik bir nesnedir. Yani finansal etkinliğe baktığınızda gördüğünüz şey, gerçek dünyanın eşzamanlı olarak sonsuz sayıda fragmana ayrılması ve bunların yeni bir biçim, yeni bir zihinsel örgütlenme (geştalt), yeni bir şekil oluşturacak biçimde devamlı olarak kombinasyonlar oluşturmasıdır.

Dolayısıyla fraktal ve rekombinan, semiyo-kapital’in finansal üretimini tarif etmede kullanılacak araçlar olarak ortaya çıkmaktadır. Peki bunun toplumsal biçimler, toplumsal kuvvetler, -eğer bu tabiri kullanabileceksek- toplumsal sınıflar açısından karşılığı nedir? Burjuvaziyi tanımlamak kolaydı. Eski burjuvazi, yeri yurdu belli, ‘bourg’a, şehre, mekâna ait olan bir sınıftı. Bir mekâna ve bir topluluğa – zira burjuvazi fiziksel üretimin çıktılarını satın alacak insanlara ihtiyaç duyardı – gösterdiği temayül ile birlikte tanımlanabilmesi mümkündü. Burjuvazi fiziksel mülkiyetin, yani binalardan, makinelerden, arazilerden ve insanlardan oluşan fiziksel nesneler üzerinde kurulan mülkiyetin sınıfıydı. Burjuvaziyi kişileştirmek, onu bir patronun, bir malikin, bir düşmanın, ayırt edilebilir biçimde orada olan bir kişinin şahsında somutlaştırmak mümkündü.

II - Yersiz Yurtsuzlaştırılmış Sınıflar

Peki ya kapitalizmin mevcut toplumsal sınıfı, baskın, malik ve sömürücü konuşumdaki sınıfı hakkında ne söyleyeceğiz? Bu sınıfın tanımını yapmak biraz zor. Kapitalistlerin en kapitalisti olan Warren Buffet’i  ve yazdığı mektupta “lütfen benden biraz vergi alın, çünkü ben sadece bir kapitalist değilim, aynı zamanda bir insanım” deyişini düşünün mesela. Açıkçası aradığımız düşman bu adam değildir. Bundan da öte, ortada ayırt edilebilir bir düşman da yoktur, çünkü düşman tam da “buradadır”. Mesela, ben…

 Anlatmak istediğim şey şu, ben de fraktalize olmuş rekombinan finansal kapitalizmin bir parçasıyım, çünkü mesela emekliliğimi bekliyorum. Ben de kapitalizmin finansal başarısında medet uman insan yığını içerisinde yer alıyorum, zira emekliliğim sermayenin işlevini yerine getirmesine bağlı durumdadır. Yani finansal sınıf bir talancının portresini çiziyor olmasının yanında yersiz yurtsuzlaştırılmış durumdadır: finansal sınıfın nihai hedefleri, tüm toplum tarafından eş zamanlı olarak içselleştirilmiş haldedir.

III - Çalışma

Dikkat çekeceğim üçüncü nokta, çalışma kavramı ile ilgilidir. Çalışma dediğimiz şey bu süreçte neye dönüşmüştür? Her şeyin belirsizlik ve tereddüt üzerine kurulduğu prekaryal çalışmadan, prekaryalıktan, prekaryalıştırılmaktan bahsediyoruz. Ancak prekarya tabiri, yersiz yurtsuzlaştırılmış rekombinasyon sürecinde karşımıza çıkan tabloyu ya da zamanın fragmanlarına veya hayata ilişkin nosyonları eksiksiz biçimde tanımlamaktan uzak kalmaktadır.  Zamanınız, bir telefon ile birlikte finans kapitalizmi tarafından talep edilebilmektedir ve herkes, bir günlüğüne, bir haftalığına ya da iki saatliğine sömürünün sürekli değişen sürecinin içerisinde rekombinasyon sürecine tabi tutulabilir durumdadır.

Dolayısıyla çalışma da yersiz yurtsuzlaşmakta ve finansal kapitalizm gibi fraktal ve rekombinan bir yapıya kavuşmaktadır. Fakat aynı zamanda sosyal beden de bir toz yığınına dönüşmekte ve bedenin kendisi, bedensel varoluşundan mahrum kalmaktadır. Bedenden ayrılmış bir beden, çalışma sürecinden çözünmüş durumdadır.

IV - Dayanışma

Şimdi değineceğim nokta, sınıf mücadelesinin, öz örgütlenmenin, özgürleşme sürecinin, ayaklanmanın, devrimin ve değişimin her zaman merkezinde yer alan dayanışma sorunudur. Dayanışma imkânsız hale gelmiştir. Neden mi? Çünkü dayanışma, işçiler arasında, insanlar arasında yer alan mekânsal, fiziksel ilişkilenmelere dayanmaktadır. Zamanın fragmanları arasında dayanışma kuramazsınız: dayanışma için insanlara, bedenlere, hâlihazırda çözünmüş olana ihtiyacınız vardır.  

Fedakâr biçimde kendinden feragat etmenin dayanışma ile ilgisi yoktur. Materyalist dayanışma “sen” ile değil “ben” ile ilgilidir. Tıpkı aşk gibi, hiçbir zaman kendinden vazgeçme ile ilgili olmamıştır. Her zaman “ben”, yani senin gözlerinin içindeki kendi benliğim belirleyici olmuştur. Bu aşktır ve de dayanışmadır: senin sayende, varlığın sayesinde, gözlerin sayesinde kendimin keyfine varmamı mümkün kılandır.

Prekaryalık koşulları içerisinde dayanışmayı nasıl yaratabilirim? Temel sorunumuz, hatta kanımca özneleştirme süreci ile ilgili temel meselemiz budur.

IV - Entellektüeller

Değineceğim son nokta, entelektüeller ile ilgilidir. Bildiğiniz entelektüeller artık mevcut değildir. Entelektüellerin ülkesi olan Fransa’da olanları bir düşünün. Entelektüeller ölü ve yorgun durumda ve şu anda elimizde Glucksman, Bernard Levy (bu ikisi Fransız Yeni Felsefeciler hareketinin üyeleridir) ve bu türden sinik idiyotlar, bu türden Stalinist eskisi neoliberaller ve –eğer bu asil tabiri bir aşağılama olarak kullanmak mümkünse- bu türden gazeteciler bulunmaktadır.

Peki entelektüeller neden yok oluyorlar ve neden onlara ihtiyacımız var? Entelektüellere ihtiyacımız var çünkü bugünlerin en hakiki sorunu bilişsel emeğin bedensel olarak yeniden düzenlenmesine ilişkindir. Bana göre her şeyin çözümü, imkânsız dayanışma sorununun çözümü, genel idrakin (general intellect) bir beden olarak kendi kendini örgütlemesinden geçmektedir.

Genel idrak kendisine bir beden aramaktadır. Ufuktaki ayaklanmaya dair en can alıcı mesele budur. (Ağustos 2011 isyanlarını kastederek) ‘İsyanlar tehlikelidir’ dediğinizde, bu isyanların dayanışma isyanları olmadığını bilmeniz gerekir: dayanışma orada değildir; benim bu isyanlarda gördüğüm birbirleri ile çarpışan fragmanlardan ibarettir.

Kanımca, önümüzdeki üç ay içinde, altı ay içinde ya da on yıl içinde deneyimleyeceğimiz bir sonraki ayaklanma da (ki bu ayaklanma hâlihazırda Londra sokaklarında başlamış olan Avrupa ayaklanmasıdır) dayanışmanın ayaklanması olmayacaktır. Bunun yerine, kendi bedenimizi toplumsal bir beden, erotik bir beden, bir dayanışma bedeni olarak arayışımızın ayaklanması biçiminde belirecektir. Ve bu, günümüzün bilişsel emeğinin temel sorunudur, genel idrak kendi bedenini aramaktadır.

Avrupa Üzerine Birkaç Söz

Avrupa’nın çöküşü hem fantastik bir olanağa hem de devasa bir yıkıma işaret etmektedir. Bunlardan biri veya diğerinin ya da ikisinin birden gerçekleşmesi mümkündür. Avrupa nedir? Açıkçası Avrupa, tecavüzden kaçan genç bir kızdır ve Avrupa’nın kafalarda canlandırdığı ilk görüntü budur. Avrupa adlı genç kızın kendisine tecavüz etmeye çalışan Jüpiter’den kaçışını anlatan Yunan mitini hatırladınız mı? Aslında hikâye burada değindiğimden daha karmaşıktır ancak iktidardan kaçmaya yönelik bu tavır, Avrupa’nın çekirdeğindeki temel fikri oluşturmaktadır.

İkinci olarak Avrupa, tarihsel açıdan üniversitedir, yani bilginin dogmanın tahakkümünden kurtulmasına yönelik bir anlayıştır. Bu anlayış benim de memleketim olan Bologna’da ortaya çıkmıştır. 12. Yüzyılda Kuzey Afrika’dan, Almanya’dan, İspanya’dan, Endülüs’ten, Sicilya’dan gelen bir grup insan bu şehirde buluşmuş ve bilginin karanlıktan, teolojik dogmadan kurtulması gerektiğine karar vermişlerdir.

Bugün bizim sorunumuz ise, ekonominin teolojik dogmasından kaçmanın bir yolunu bulmaktır. Bu kesin olarak aynı sorundur; Avrupa’nın çöküşü ile ilgili en ciddi mesele, üniversitenin ve araştırmanın finansal sermaye karşısındaki özerkliğinin çöküşüdür. Kavgaya başlamamız gereken yer tam da burasıdır.

Üçüncü olarak, üslubum retoriğe kaçıyorsa beni bağışlayın ama Avrupa hümanizmdir, aydınlanmadır, sosyalizmdir. Bu işçi sınıfının son iki yüzyıl içerisinde mümkün kıldığı toplumsal bir uygarlığın mirasıdır. Ben bir hümanist değilim, bir aydınlanmacı, bir ‘illuminist’ ya da bir sosyalist falan da değilim. Ancak bu mirasın yok edilmesine de karşıyım. Bu mirasın ötesine geçmeye çalışıyoruz ancak her şeyden önce onu yeniden doğrulamak durumundayız.

Gördüğünüz gibi, Avrupa bugünlerde, ‘kapitalist barbarlığın dizginlerinden boşanmasından sakınmak’ anlamına gelmektedir. Ancak bu sakınma çok eskilerden kalma bir şey adına, illa dile dökmek isterseniz burjuvazi adına gerçekleşmektedir.


KAYNAK: Shift Magazine, Mayıs 2012