Semiyo-Kapital ve Dayanışma Meselesi
Franco 'Bifo' Berardi
Bu metin, Bifo’nun (Nina Power ile birlikte), Auto
Italia’nın Ağustos 2011’de Federico Campagna, Huw Lemmey, Michal Oswell ve
Charlie Woolley ile beraber düzenledikleri ‘Bizim Zaman ve Hareket Kavrayışımız’
adlı etkinlikte yaptığı konuşma temel alınarak hazırlanmıştır.
Yapacağım sunumun öfkeli
ve heyecanlı tavrı için özür diliyorum ancak sorun, düşüncelerimin nesnesinin
tam da bu öfkeye bulanmış olmasından kaynaklanıyor. Eylemlerimizin içinde yer
aldığı çerçevenin idrakine gerçekten varmadan çok fazla şey yapıyoruz. Burada bu
çerçeveyi, onu ele alış biçimimiz üzerinden netleştirmeye ya da bu kadar kısa
sürede buna dair bazı sonuçlara varmaya çalışmayacağım. Ancak ufuktaki sorun,
ufuktaki yıkım, ufuktaki ayaklanma hakkında bir şeyler söylemek istiyorum.
I – Semiyo-Kapital
Semiyo-Kapital
kavramını, temelde göstergelerin, ‘semiyo’ların üretimine odaklanmış bir
toplumsal üretim biçimini tanımlamak için öneriyorum. Toplumsal üretimin her
biçiminin semiyotik olduğunu iddia edecek değilim. Göstergelerin yanında
ayakkabıların ve arabaların ve evlerin de üretildiğini biliyorum. Ancak her şey
git gide daha yoğun biçimde göstergelere tercüme ediliyor. Her şey, ekonomik
düzeyde, git gide daha fazla semiyotik bir üretim formu ile yer değiştiriyor.
Bu nedenle semiyo-kapital
kavramını, üretimin finansal – ki finansal demek yersiz yurtsuzlaştırılmış demektir
– ve fraktal rekombinan bir üretim biçimi ile günden güne daha çok ikame
edildiği bir katman olarak tanımlıyorum. Burada fraktal terimi
(Fransız-Amerikan bir matematikçi olan) Mandelbrot’un işlediği haliyle
kullanıyorum. Fraktal, parçalanmış, ancak kabaca değil de birbirleri ile yeni
bir birleşim oluşturabilecek biçimde fragmanlara ayrılmış geometrik bir
nesnedir. Yani finansal etkinliğe baktığınızda gördüğünüz şey, gerçek dünyanın
eşzamanlı olarak sonsuz sayıda fragmana ayrılması ve bunların yeni bir biçim,
yeni bir zihinsel örgütlenme (geştalt), yeni bir şekil oluşturacak biçimde
devamlı olarak kombinasyonlar oluşturmasıdır.
Dolayısıyla fraktal ve
rekombinan, semiyo-kapital’in finansal üretimini tarif etmede kullanılacak
araçlar olarak ortaya çıkmaktadır. Peki bunun toplumsal biçimler, toplumsal
kuvvetler, -eğer bu tabiri kullanabileceksek- toplumsal sınıflar açısından
karşılığı nedir? Burjuvaziyi tanımlamak kolaydı. Eski burjuvazi, yeri yurdu
belli, ‘bourg’a, şehre, mekâna ait olan bir sınıftı. Bir mekâna ve bir
topluluğa – zira burjuvazi fiziksel üretimin çıktılarını satın alacak insanlara
ihtiyaç duyardı – gösterdiği temayül ile birlikte tanımlanabilmesi mümkündü.
Burjuvazi fiziksel mülkiyetin, yani binalardan, makinelerden, arazilerden ve
insanlardan oluşan fiziksel nesneler üzerinde kurulan mülkiyetin sınıfıydı.
Burjuvaziyi kişileştirmek, onu bir patronun, bir malikin, bir düşmanın, ayırt
edilebilir biçimde orada olan bir kişinin şahsında somutlaştırmak mümkündü.
II - Yersiz
Yurtsuzlaştırılmış Sınıflar
Peki ya kapitalizmin
mevcut toplumsal sınıfı, baskın, malik ve sömürücü konuşumdaki sınıfı hakkında
ne söyleyeceğiz? Bu sınıfın tanımını yapmak biraz zor. Kapitalistlerin en
kapitalisti olan Warren Buffet’i ve
yazdığı mektupta “lütfen benden biraz vergi alın, çünkü ben sadece bir
kapitalist değilim, aynı zamanda bir insanım” deyişini düşünün mesela. Açıkçası
aradığımız düşman bu adam değildir. Bundan da öte, ortada ayırt edilebilir bir
düşman da yoktur, çünkü düşman tam da “buradadır”. Mesela, ben…
Anlatmak istediğim şey şu, ben de fraktalize
olmuş rekombinan finansal kapitalizmin bir parçasıyım, çünkü mesela
emekliliğimi bekliyorum. Ben de kapitalizmin finansal başarısında medet uman
insan yığını içerisinde yer alıyorum, zira emekliliğim sermayenin işlevini
yerine getirmesine bağlı durumdadır. Yani finansal sınıf bir talancının
portresini çiziyor olmasının yanında yersiz yurtsuzlaştırılmış durumdadır:
finansal sınıfın nihai hedefleri, tüm toplum tarafından eş zamanlı olarak
içselleştirilmiş haldedir.
III - Çalışma
Dikkat çekeceğim
üçüncü nokta, çalışma kavramı ile ilgilidir. Çalışma dediğimiz şey bu süreçte
neye dönüşmüştür? Her şeyin belirsizlik ve tereddüt üzerine kurulduğu prekaryal
çalışmadan, prekaryalıktan, prekaryalıştırılmaktan bahsediyoruz. Ancak prekarya
tabiri, yersiz yurtsuzlaştırılmış rekombinasyon sürecinde karşımıza çıkan
tabloyu ya da zamanın fragmanlarına veya hayata ilişkin nosyonları eksiksiz
biçimde tanımlamaktan uzak kalmaktadır.
Zamanınız, bir telefon ile birlikte finans kapitalizmi tarafından talep
edilebilmektedir ve herkes, bir günlüğüne, bir haftalığına ya da iki saatliğine
sömürünün sürekli değişen sürecinin içerisinde rekombinasyon sürecine tabi
tutulabilir durumdadır.
Dolayısıyla çalışma da
yersiz yurtsuzlaşmakta ve finansal kapitalizm gibi fraktal ve rekombinan bir
yapıya kavuşmaktadır. Fakat aynı zamanda sosyal beden de bir toz yığınına
dönüşmekte ve bedenin kendisi, bedensel varoluşundan mahrum kalmaktadır. Bedenden
ayrılmış bir beden, çalışma sürecinden çözünmüş durumdadır.
IV - Dayanışma
Şimdi değineceğim nokta,
sınıf mücadelesinin, öz örgütlenmenin, özgürleşme sürecinin, ayaklanmanın,
devrimin ve değişimin her zaman merkezinde yer alan dayanışma sorunudur.
Dayanışma imkânsız hale gelmiştir. Neden mi? Çünkü dayanışma, işçiler arasında,
insanlar arasında yer alan mekânsal, fiziksel ilişkilenmelere dayanmaktadır. Zamanın
fragmanları arasında dayanışma kuramazsınız: dayanışma için insanlara,
bedenlere, hâlihazırda çözünmüş olana ihtiyacınız vardır.
Fedakâr biçimde
kendinden feragat etmenin dayanışma ile ilgisi yoktur. Materyalist dayanışma
“sen” ile değil “ben” ile ilgilidir. Tıpkı aşk gibi, hiçbir zaman kendinden vazgeçme
ile ilgili olmamıştır. Her zaman “ben”, yani senin gözlerinin içindeki kendi benliğim
belirleyici olmuştur. Bu aşktır ve de dayanışmadır: senin sayende, varlığın
sayesinde, gözlerin sayesinde kendimin keyfine varmamı mümkün kılandır.
Prekaryalık koşulları
içerisinde dayanışmayı nasıl yaratabilirim? Temel sorunumuz, hatta kanımca
özneleştirme süreci ile ilgili temel meselemiz budur.
IV - Entellektüeller
Değineceğim son nokta,
entelektüeller ile ilgilidir. Bildiğiniz entelektüeller artık mevcut değildir. Entelektüellerin
ülkesi olan Fransa’da olanları bir düşünün. Entelektüeller ölü ve yorgun
durumda ve şu anda elimizde Glucksman, Bernard Levy (bu ikisi Fransız Yeni
Felsefeciler hareketinin üyeleridir) ve bu türden sinik idiyotlar, bu türden
Stalinist eskisi neoliberaller ve –eğer bu asil tabiri bir aşağılama olarak
kullanmak mümkünse- bu türden gazeteciler bulunmaktadır.
Peki entelektüeller
neden yok oluyorlar ve neden onlara ihtiyacımız var? Entelektüellere
ihtiyacımız var çünkü bugünlerin en hakiki sorunu bilişsel emeğin bedensel
olarak yeniden düzenlenmesine ilişkindir. Bana göre her şeyin çözümü, imkânsız
dayanışma sorununun çözümü, genel idrakin (general
intellect) bir beden olarak kendi kendini örgütlemesinden geçmektedir.
Genel idrak kendisine
bir beden aramaktadır. Ufuktaki ayaklanmaya dair en can alıcı mesele budur.
(Ağustos 2011 isyanlarını kastederek) ‘İsyanlar tehlikelidir’ dediğinizde, bu
isyanların dayanışma isyanları olmadığını bilmeniz gerekir: dayanışma orada
değildir; benim bu isyanlarda gördüğüm birbirleri ile çarpışan fragmanlardan
ibarettir.
Kanımca, önümüzdeki üç
ay içinde, altı ay içinde ya da on yıl içinde deneyimleyeceğimiz bir sonraki
ayaklanma da (ki bu ayaklanma hâlihazırda Londra sokaklarında başlamış olan
Avrupa ayaklanmasıdır) dayanışmanın ayaklanması olmayacaktır. Bunun yerine,
kendi bedenimizi toplumsal bir beden, erotik bir beden, bir dayanışma bedeni
olarak arayışımızın ayaklanması biçiminde belirecektir. Ve bu, günümüzün
bilişsel emeğinin temel sorunudur, genel idrak kendi bedenini aramaktadır.
Avrupa Üzerine Birkaç
Söz
Avrupa’nın çöküşü hem fantastik
bir olanağa hem de devasa bir yıkıma işaret etmektedir. Bunlardan biri veya
diğerinin ya da ikisinin birden gerçekleşmesi mümkündür. Avrupa nedir? Açıkçası
Avrupa, tecavüzden kaçan genç bir kızdır ve Avrupa’nın kafalarda canlandırdığı
ilk görüntü budur. Avrupa adlı genç kızın kendisine tecavüz etmeye çalışan
Jüpiter’den kaçışını anlatan Yunan mitini hatırladınız mı? Aslında hikâye
burada değindiğimden daha karmaşıktır ancak iktidardan kaçmaya yönelik bu tavır,
Avrupa’nın çekirdeğindeki temel fikri oluşturmaktadır.
İkinci olarak Avrupa,
tarihsel açıdan üniversitedir, yani bilginin dogmanın tahakkümünden
kurtulmasına yönelik bir anlayıştır. Bu anlayış benim de memleketim olan
Bologna’da ortaya çıkmıştır. 12. Yüzyılda Kuzey Afrika’dan, Almanya’dan, İspanya’dan,
Endülüs’ten, Sicilya’dan gelen bir grup insan bu şehirde buluşmuş ve bilginin
karanlıktan, teolojik dogmadan kurtulması gerektiğine karar vermişlerdir.
Bugün bizim sorunumuz
ise, ekonominin teolojik dogmasından kaçmanın bir yolunu bulmaktır. Bu kesin
olarak aynı sorundur; Avrupa’nın çöküşü ile ilgili en ciddi mesele,
üniversitenin ve araştırmanın finansal sermaye karşısındaki özerkliğinin
çöküşüdür. Kavgaya başlamamız gereken yer tam da burasıdır.
Üçüncü olarak, üslubum
retoriğe kaçıyorsa beni bağışlayın ama Avrupa hümanizmdir, aydınlanmadır,
sosyalizmdir. Bu işçi sınıfının son iki yüzyıl içerisinde mümkün kıldığı
toplumsal bir uygarlığın mirasıdır. Ben bir hümanist değilim, bir aydınlanmacı,
bir ‘illuminist’ ya da bir sosyalist falan da değilim. Ancak bu mirasın yok
edilmesine de karşıyım. Bu mirasın ötesine geçmeye çalışıyoruz ancak her şeyden
önce onu yeniden doğrulamak durumundayız.
Gördüğünüz gibi,
Avrupa bugünlerde, ‘kapitalist barbarlığın dizginlerinden boşanmasından sakınmak’
anlamına gelmektedir. Ancak bu sakınma çok eskilerden kalma bir şey adına, illa
dile dökmek isterseniz burjuvazi adına gerçekleşmektedir.
KAYNAK: Shift Magazine, Mayıs 2012