7 Nisan 2013 Pazar

Semiyo-Kapital ve Dayanışma Meselesi / Franco 'Bifo' Berardi


Semiyo-Kapital ve Dayanışma Meselesi



Franco 'Bifo' Berardi


Bu metin, Bifo’nun (Nina Power ile birlikte), Auto Italia’nın Ağustos 2011’de Federico Campagna, Huw Lemmey, Michal Oswell ve Charlie Woolley ile beraber düzenledikleri ‘Bizim Zaman ve Hareket Kavrayışımız’ adlı etkinlikte yaptığı konuşma temel alınarak hazırlanmıştır.

Yapacağım sunumun öfkeli ve heyecanlı tavrı için özür diliyorum ancak sorun, düşüncelerimin nesnesinin tam da bu öfkeye bulanmış olmasından kaynaklanıyor. Eylemlerimizin içinde yer aldığı çerçevenin idrakine gerçekten varmadan çok fazla şey yapıyoruz. Burada bu çerçeveyi, onu ele alış biçimimiz üzerinden netleştirmeye ya da bu kadar kısa sürede buna dair bazı sonuçlara varmaya çalışmayacağım. Ancak ufuktaki sorun, ufuktaki yıkım, ufuktaki ayaklanma hakkında bir şeyler söylemek istiyorum.

I – Semiyo-Kapital

Semiyo-Kapital kavramını, temelde göstergelerin, ‘semiyo’ların üretimine odaklanmış bir toplumsal üretim biçimini tanımlamak için öneriyorum. Toplumsal üretimin her biçiminin semiyotik olduğunu iddia edecek değilim. Göstergelerin yanında ayakkabıların ve arabaların ve evlerin de üretildiğini biliyorum. Ancak her şey git gide daha yoğun biçimde göstergelere tercüme ediliyor. Her şey, ekonomik düzeyde, git gide daha fazla semiyotik bir üretim formu ile yer değiştiriyor.

Bu nedenle semiyo-kapital kavramını, üretimin finansal – ki finansal demek yersiz yurtsuzlaştırılmış demektir – ve fraktal rekombinan bir üretim biçimi ile günden güne daha çok ikame edildiği bir katman olarak tanımlıyorum. Burada fraktal terimi (Fransız-Amerikan bir matematikçi olan) Mandelbrot’un işlediği haliyle kullanıyorum. Fraktal, parçalanmış, ancak kabaca değil de birbirleri ile yeni bir birleşim oluşturabilecek biçimde fragmanlara ayrılmış geometrik bir nesnedir. Yani finansal etkinliğe baktığınızda gördüğünüz şey, gerçek dünyanın eşzamanlı olarak sonsuz sayıda fragmana ayrılması ve bunların yeni bir biçim, yeni bir zihinsel örgütlenme (geştalt), yeni bir şekil oluşturacak biçimde devamlı olarak kombinasyonlar oluşturmasıdır.

Dolayısıyla fraktal ve rekombinan, semiyo-kapital’in finansal üretimini tarif etmede kullanılacak araçlar olarak ortaya çıkmaktadır. Peki bunun toplumsal biçimler, toplumsal kuvvetler, -eğer bu tabiri kullanabileceksek- toplumsal sınıflar açısından karşılığı nedir? Burjuvaziyi tanımlamak kolaydı. Eski burjuvazi, yeri yurdu belli, ‘bourg’a, şehre, mekâna ait olan bir sınıftı. Bir mekâna ve bir topluluğa – zira burjuvazi fiziksel üretimin çıktılarını satın alacak insanlara ihtiyaç duyardı – gösterdiği temayül ile birlikte tanımlanabilmesi mümkündü. Burjuvazi fiziksel mülkiyetin, yani binalardan, makinelerden, arazilerden ve insanlardan oluşan fiziksel nesneler üzerinde kurulan mülkiyetin sınıfıydı. Burjuvaziyi kişileştirmek, onu bir patronun, bir malikin, bir düşmanın, ayırt edilebilir biçimde orada olan bir kişinin şahsında somutlaştırmak mümkündü.

II - Yersiz Yurtsuzlaştırılmış Sınıflar

Peki ya kapitalizmin mevcut toplumsal sınıfı, baskın, malik ve sömürücü konuşumdaki sınıfı hakkında ne söyleyeceğiz? Bu sınıfın tanımını yapmak biraz zor. Kapitalistlerin en kapitalisti olan Warren Buffet’i  ve yazdığı mektupta “lütfen benden biraz vergi alın, çünkü ben sadece bir kapitalist değilim, aynı zamanda bir insanım” deyişini düşünün mesela. Açıkçası aradığımız düşman bu adam değildir. Bundan da öte, ortada ayırt edilebilir bir düşman da yoktur, çünkü düşman tam da “buradadır”. Mesela, ben…

 Anlatmak istediğim şey şu, ben de fraktalize olmuş rekombinan finansal kapitalizmin bir parçasıyım, çünkü mesela emekliliğimi bekliyorum. Ben de kapitalizmin finansal başarısında medet uman insan yığını içerisinde yer alıyorum, zira emekliliğim sermayenin işlevini yerine getirmesine bağlı durumdadır. Yani finansal sınıf bir talancının portresini çiziyor olmasının yanında yersiz yurtsuzlaştırılmış durumdadır: finansal sınıfın nihai hedefleri, tüm toplum tarafından eş zamanlı olarak içselleştirilmiş haldedir.

III - Çalışma

Dikkat çekeceğim üçüncü nokta, çalışma kavramı ile ilgilidir. Çalışma dediğimiz şey bu süreçte neye dönüşmüştür? Her şeyin belirsizlik ve tereddüt üzerine kurulduğu prekaryal çalışmadan, prekaryalıktan, prekaryalıştırılmaktan bahsediyoruz. Ancak prekarya tabiri, yersiz yurtsuzlaştırılmış rekombinasyon sürecinde karşımıza çıkan tabloyu ya da zamanın fragmanlarına veya hayata ilişkin nosyonları eksiksiz biçimde tanımlamaktan uzak kalmaktadır.  Zamanınız, bir telefon ile birlikte finans kapitalizmi tarafından talep edilebilmektedir ve herkes, bir günlüğüne, bir haftalığına ya da iki saatliğine sömürünün sürekli değişen sürecinin içerisinde rekombinasyon sürecine tabi tutulabilir durumdadır.

Dolayısıyla çalışma da yersiz yurtsuzlaşmakta ve finansal kapitalizm gibi fraktal ve rekombinan bir yapıya kavuşmaktadır. Fakat aynı zamanda sosyal beden de bir toz yığınına dönüşmekte ve bedenin kendisi, bedensel varoluşundan mahrum kalmaktadır. Bedenden ayrılmış bir beden, çalışma sürecinden çözünmüş durumdadır.

IV - Dayanışma

Şimdi değineceğim nokta, sınıf mücadelesinin, öz örgütlenmenin, özgürleşme sürecinin, ayaklanmanın, devrimin ve değişimin her zaman merkezinde yer alan dayanışma sorunudur. Dayanışma imkânsız hale gelmiştir. Neden mi? Çünkü dayanışma, işçiler arasında, insanlar arasında yer alan mekânsal, fiziksel ilişkilenmelere dayanmaktadır. Zamanın fragmanları arasında dayanışma kuramazsınız: dayanışma için insanlara, bedenlere, hâlihazırda çözünmüş olana ihtiyacınız vardır.  

Fedakâr biçimde kendinden feragat etmenin dayanışma ile ilgisi yoktur. Materyalist dayanışma “sen” ile değil “ben” ile ilgilidir. Tıpkı aşk gibi, hiçbir zaman kendinden vazgeçme ile ilgili olmamıştır. Her zaman “ben”, yani senin gözlerinin içindeki kendi benliğim belirleyici olmuştur. Bu aşktır ve de dayanışmadır: senin sayende, varlığın sayesinde, gözlerin sayesinde kendimin keyfine varmamı mümkün kılandır.

Prekaryalık koşulları içerisinde dayanışmayı nasıl yaratabilirim? Temel sorunumuz, hatta kanımca özneleştirme süreci ile ilgili temel meselemiz budur.

IV - Entellektüeller

Değineceğim son nokta, entelektüeller ile ilgilidir. Bildiğiniz entelektüeller artık mevcut değildir. Entelektüellerin ülkesi olan Fransa’da olanları bir düşünün. Entelektüeller ölü ve yorgun durumda ve şu anda elimizde Glucksman, Bernard Levy (bu ikisi Fransız Yeni Felsefeciler hareketinin üyeleridir) ve bu türden sinik idiyotlar, bu türden Stalinist eskisi neoliberaller ve –eğer bu asil tabiri bir aşağılama olarak kullanmak mümkünse- bu türden gazeteciler bulunmaktadır.

Peki entelektüeller neden yok oluyorlar ve neden onlara ihtiyacımız var? Entelektüellere ihtiyacımız var çünkü bugünlerin en hakiki sorunu bilişsel emeğin bedensel olarak yeniden düzenlenmesine ilişkindir. Bana göre her şeyin çözümü, imkânsız dayanışma sorununun çözümü, genel idrakin (general intellect) bir beden olarak kendi kendini örgütlemesinden geçmektedir.

Genel idrak kendisine bir beden aramaktadır. Ufuktaki ayaklanmaya dair en can alıcı mesele budur. (Ağustos 2011 isyanlarını kastederek) ‘İsyanlar tehlikelidir’ dediğinizde, bu isyanların dayanışma isyanları olmadığını bilmeniz gerekir: dayanışma orada değildir; benim bu isyanlarda gördüğüm birbirleri ile çarpışan fragmanlardan ibarettir.

Kanımca, önümüzdeki üç ay içinde, altı ay içinde ya da on yıl içinde deneyimleyeceğimiz bir sonraki ayaklanma da (ki bu ayaklanma hâlihazırda Londra sokaklarında başlamış olan Avrupa ayaklanmasıdır) dayanışmanın ayaklanması olmayacaktır. Bunun yerine, kendi bedenimizi toplumsal bir beden, erotik bir beden, bir dayanışma bedeni olarak arayışımızın ayaklanması biçiminde belirecektir. Ve bu, günümüzün bilişsel emeğinin temel sorunudur, genel idrak kendi bedenini aramaktadır.

Avrupa Üzerine Birkaç Söz

Avrupa’nın çöküşü hem fantastik bir olanağa hem de devasa bir yıkıma işaret etmektedir. Bunlardan biri veya diğerinin ya da ikisinin birden gerçekleşmesi mümkündür. Avrupa nedir? Açıkçası Avrupa, tecavüzden kaçan genç bir kızdır ve Avrupa’nın kafalarda canlandırdığı ilk görüntü budur. Avrupa adlı genç kızın kendisine tecavüz etmeye çalışan Jüpiter’den kaçışını anlatan Yunan mitini hatırladınız mı? Aslında hikâye burada değindiğimden daha karmaşıktır ancak iktidardan kaçmaya yönelik bu tavır, Avrupa’nın çekirdeğindeki temel fikri oluşturmaktadır.

İkinci olarak Avrupa, tarihsel açıdan üniversitedir, yani bilginin dogmanın tahakkümünden kurtulmasına yönelik bir anlayıştır. Bu anlayış benim de memleketim olan Bologna’da ortaya çıkmıştır. 12. Yüzyılda Kuzey Afrika’dan, Almanya’dan, İspanya’dan, Endülüs’ten, Sicilya’dan gelen bir grup insan bu şehirde buluşmuş ve bilginin karanlıktan, teolojik dogmadan kurtulması gerektiğine karar vermişlerdir.

Bugün bizim sorunumuz ise, ekonominin teolojik dogmasından kaçmanın bir yolunu bulmaktır. Bu kesin olarak aynı sorundur; Avrupa’nın çöküşü ile ilgili en ciddi mesele, üniversitenin ve araştırmanın finansal sermaye karşısındaki özerkliğinin çöküşüdür. Kavgaya başlamamız gereken yer tam da burasıdır.

Üçüncü olarak, üslubum retoriğe kaçıyorsa beni bağışlayın ama Avrupa hümanizmdir, aydınlanmadır, sosyalizmdir. Bu işçi sınıfının son iki yüzyıl içerisinde mümkün kıldığı toplumsal bir uygarlığın mirasıdır. Ben bir hümanist değilim, bir aydınlanmacı, bir ‘illuminist’ ya da bir sosyalist falan da değilim. Ancak bu mirasın yok edilmesine de karşıyım. Bu mirasın ötesine geçmeye çalışıyoruz ancak her şeyden önce onu yeniden doğrulamak durumundayız.

Gördüğünüz gibi, Avrupa bugünlerde, ‘kapitalist barbarlığın dizginlerinden boşanmasından sakınmak’ anlamına gelmektedir. Ancak bu sakınma çok eskilerden kalma bir şey adına, illa dile dökmek isterseniz burjuvazi adına gerçekleşmektedir.


KAYNAK: Shift Magazine, Mayıs 2012