22 Haziran 2013 Cumartesi

Bayrağı Devral / Michael Hardt & Antonio Negri


Bu bir manifesto değil. Manifestolar yaklaşan dünyaya bir anlık bakış sağlarlar ve ayrıca özneyi yaratır, ki o şu anda değişimin faili haline gelmek için maddileşmesi gereken bir hayalettir sadece. Manifestolar, ileriyi görme güçleri sayesinde kendi halklarını yaratan kadim peygamberler gibi iş görürler. Bugünün toplumsal hareketleri, manifestoları ve peygamberleri kullanılmaz hale getirerek usulü tersine çevirdi. Değişimin failleri, yalnızca yöneticileri korkutup sendeleterek değil, aynı zamanda yeni bir dünyaya dair vizyonlar dileyerek çoktan sokaklara inip şehrin meydanlarını işgal ettiler. Daha önemlisi, çokluklar (multitudes), kendi mantıkları ve pratikleri, sloganları ve arzuları yoluyla muhtemelen yeni bir ilkeler ve hakikatler dizisi bildirdiler. Onların bildirileri nasıl yeni bir sürdürülebilir toplumu kurmanın temeli haline gelebilir? Bu ilkeler ve hakikatler birbirimizle ve dünyamızla nasıl ilişki kuracağımızı yeniden keşfetmek için bize nasıl rehberlik edebilir? Çoklukların, bildirmekten kuruluşa giden geçidi kendi isyanları içinde keşfetmesi gerekiyor. 

2011 yılı başlarında, radikal eşitsizlikle nitelenen toplumsal ve ekonomik krizin derinliklerinde, ortak duyu, başımıza daha da büyük felaketler gelmesin diye yönetici güçlerin kararlarına ve rehberliğine güvenmemizi buyuruyor gibi göründü. Finans kuruluşları ve hükümet yöneticileri zorbalar olabilirler ve krizleri yaratmakta birincil derecede sorumlu da olabilirler, fakat bizim başka seçeneğimiz yok. 2011’in gidişatı boyunca, her ne kadar, bir dizi toplumsal mücadele ortak duyuyu paramparça etse de yeni birini inşa etmeye başladı. Wall Street’i İşgal Et en görüneniydi, fakat politik tartışmanın yerini değiştiren ve yıl boyunda yeni politik eylem olasılıklarını açan mücadeleler çevrimindeki anlar içinde yalnızca biriydi. 

İki bin on iki erken başladı. 17 Aralık 2010’da Tunus’un Sidi Bouzid şehrinde, bilgisayar bilimleri derecesi sahibi olduğu kaydedilen yirmi altı yaşında bir sokak satıcısı Muhammed Buazizi kendisini yaktı. Ayın sonunda kitlesel protestolar “Bin Ali defol!” talebiyle Tunus’a yayıldı ve hakikaten de Şubat’ın ortasında Zeynel Abidin Bin Ali artık girmişti. Mısırlılar bayrağı devraldılar ve Şubat sonlarından başlayarak, Hüsnü Mübarek’in de gitmesi için sokaklarda on binlerce hatta yüzbinlerce kişiyle devamlı olarak gösteri yapıldı. Kahire’nin Tahrir Meydanı, Mübarek ayrılmadan önce sırf 18 gün boyunca işgal edildi.

Baskıcı rejimlere karşı protestolar çok çabuk bir şekilde Kuzey Afrika’nın ve Ortadoğu’nun Bahreyn veYemen gibi başka ülkelerine ve son olarak da Libya ve Suriye’ye yayıldı, fakat Tunus ve Mısır’daki ilk kıvılcım daha uzakları da tutuşturdu. Wisconsin’deki hükümet binasını işgal eden protestocular Kahire’deki benzerleriyle dayanıştıklarını ve onun yankısı olduklarını kabul ettiklerini ifade ettiler, fakat en can alıcı adım 15 Mayıs’ta Madrid ve Barselona’nın merkezi meydanlarında indignados ismiyle yapılan işgallerde atıldı. İspanyol çadır kampları Tunus ve Mısır ayaklanmalarından ilham aldı ve onların mücadelelerini yeni şekillerde ileriye taşıdı. Sosyalistlerin yönettiği JosÈ Luis RodrÌguez Zapatero hükümetine karşı, tüm politik partilerin temsilini reddederek, “Gerçek demokrasi” talep ettiler, ve toplumsal protestoları bankaların yozlaşmasından işsizliğe, kamu hizmetlerinin eksikliğinden yetersiz konutlara ve yasa yoluyla tahliye etmelere kadar geniş bir çeşitliliğe taşıdırlar. Milyonlarca İspanyalı harekete katıldı ve nüfusun geniş bir çoğunluğu da onların taleplerini destekledi. İşgal edilmiş meydanlarda indignados (öfkeliler) hem karar almak için meclisler oluşturdular hem de geniş bir toplumsal sorunlar yelpazesini araştırmak için soruşturma komisyonları kurdular.

Tam Madrid, Puerta del Sol’daki kampların Haziran’da sökülmesinden önce, Yunanlılar indignados’tan bayrağı devraldı ve tasarruf önlemlerini protesto etmek için Atina’daki Syntagma Meydanı’nı işgal etti. Pek uzun olmayan bir süre sonra, çadırlar İsrailliler için toplumsal adalet ve refah talebiyle Tel Aviv’in Rothschild Bulvarı’na sıçradı. Ağustos başlarında, polisin siyah bir Britanyalıyı vurmasından sonra Tottenham’da isyanlar patlayıp tüm İngiltere’ye yayıldı.

17 Eylül’de Birkaç öncü işgalci, çadırlarını New York’taki Zucotti Parkı’na getirdiğinde, o zaman, bayrağı devralma sırası da onlara geldi. Ve gerçekten onların eylemleri ve hareketin Amerika Birleşik Devletleri’nde ve dünyada yayılması geride bıraktıkları yılın deneyimleriyle beraber anlaşılmak zorundadır.
Mücadelelerin parçası olmayan pek çoğu bu olaylar listesindeki bağlantıları görmekte sorun yaşıyorlar. Kuzey Afrika isyanları baskıcı rejimlere karşı koydu, talepleri zorbaların ortadan kaldırılması etrafındaydı; oysa Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’deki kamp kurma hareketlerinin geniş yelpazeli toplumsal talepleri temsile dayalı anayasal sistemleri hedef aldı. Daha da ötesinde, İsrail çadır protestoları (aman bunu bir işgal olarak adlandırmayın!) yerleşimlerdekilerin sorunlarıyla ilgili sessiz kalacak şekildeki taleplerle Filistinlilerin haklarını incelikli bir şekilde dengeledi; Yunanlılar mutlak borç ve tarihi boyutlarda tasarruf önlemleriyle yüz yüze kalıyorlar; ve Britanyalı isyancıların öfkesi uzun bir ırksal hiyerarşi tarihini hedef aldı -hatta onlar çadır bile kurmadılar.

Tüm bu mücadeleler tekildir ve belirli yerel koşullara yöneliktir. Dikkat edilecek ilk şey, yine de, gerçekte, yaptıklarının birbirleriyle konuşmak olduğudur. Mısırlılar, elbette, Tunusluların kat ettiği yolları anlaşılır biçimde aşağıya indirdi ve onların sloganlarını benimsedi, fakat Puerta del Sol işgalcileri de kendi mücadelelerini Tahrir’dekilerin deneyimlerini sürdürmek olarak düşündüler. Sırası geldiğinde, Atina’dakilerin ve Tel Aviv’dekilerin gözleri Madrid ve Kahire’dekilerin deneyimlerine odaklandı. Wall Street işgalcileri, mesela, zorbaya karşı mücadeleyi finans zorbalığına karşı mücadeleye tercüme ederek görünürde hepsini içerdiler. Onların kendi koşullarındaki ve taleplerindeki farklar konusunda yanıldıklarını, ya da bunu unuttuklarını ya da gözardı ettiklerini düşünebilirsiniz. Yine de biz inanıyoruz ki, onlar mücadelenin dışındakilerden daha berrak bir görüşe sahipler, ve tekil koşullarını ve yerel mücadelelerini çelişkiye düşmeksizin ortak küresel mücadele ile bir arada tutabiliyorlar.

Ralph Ellison’un ‘görülmeyen adam’ı*, ırkçı bir toplum içindeki çetin bir yolculuktan sonra, mücadele içinde başkalarıyla iletişim kurma yetisini geliştirdi. Ellison’un anlatıcısı “Kim bilir ama sizler için alçak frekanslarda konuştuğumu?” diye bitirir. Bugün de, mücadele içindekiler alçak frekanslarda iletişim kuruyorlar, fakat, Ellison’un döneminden farklı olarak, kimse kendisi için konuşmuyor. Alçak frekanslar herkese açık radyo dalgalarıdır. Ve bazı mesajlar yalnızca mücadele içindekiler tarafından işitilebilir.

Bu hareketler, elbette, bir dizi belirleyici özelliği paylaşıyor, bunun en belirgini kamp yapma ya da işgal stratejisidir. Bir on yıl kadar önce alternatif küreselleşme hareketleri göçebeydiler. Küresel iktidar sisteminin bir dizi kilit kurumunun adaletsizlikleri ve anti-demokratik doğasını aydınlatarak, bir zirve toplantısından diğerine göç ettiler: diğerleri arasında Dünya Ticaret ÖrgütüUluslararası Para FonuDünya Bankası, G8 ülkelerinin liderleri. Buna karşın, 2011’de başlayan mücadeleler çevrimi ise oturmaya dayalıdır. Zirve takvimlerine göre gezinmek yerine, bu hareketler sabit duruyorlar ve hakikaten de hareket etmeyi reddediyorlar. Onların hareketsizliği kısmen yerel ve ulusal sosyal meselelere derin bir şekilde kök salmış olmalarından dolayıdır.

Bu hareketler bir çokluk olarak, içsel örgütlenmelerinde de ortaklar. Yabancı gazeteciler Tunus ve Mısır’da hareketler için umutsuzca bir lider aradılar. Örneğin, Tahrir Meydanı işgalinin en yoğun dönemi boyunca, her gün başka bir figürün gerçek lider olduğunu farz ettiler. Bir gün bu Nobel ödülü kazanmış Mohamed El Baradei oldu, bir sonraki gün Google yöneticisi Wael Ghonim, ve böyle gitti. Medyanın anlayamadığı ya da kabul edemediği Tahrir Meydanı’nda hiçbir liderin olmadığıydı. Hareketlerin bir lidere sahip olmayı reddetmesi yıl boyunca fark edilebilirdi, fakat belki de en çok Wall Street’te barizdi. Zucotti Park’ta bir dizi entelektüel ve meşhur sima kendini gösterdi, fakat hiç kimse onlardan herhangi birisini lider olarak düşünemezdi; onlar çokluğun misafirleriydi. Kahire ve Madrid’den Atina ve New York’a, hareketler bunun yerine örgütlenme için yatay mekanizmalar geliştirdi. Karargâhlar inşa etmediler ya da merkez komiteler oluşturmadılar fakat sürüler gibi yayıldılar ve en önemlisi, katılımcıların hep birlikte yönetebilecekleri demokratik karar alma pratikleri yarattılar.

Hareketlerin sergiledikleri üçüncü belirleyici özellik, farklı yollarla da olsa, bizim ortak olan için mücadele olarak tasavvur ettiğimiz şeydir. Bazı olaylarda bu alevler içinde ifade edildi. Muhammed Buazizi kendisini yaktığında, onun protestosunun yalnızca yerel polisin elinden çektiği acıya karşı değil aynı zamanda ülkedeki, çoğu eğitimlerine uygun bir iş bulamayan çalışanların geniş şekilde paylaştığı toplumsal ve ekonomik kötü vaziyetlerine de karşı olduğu anlaşıldı. Doğrusu hem Tunus’ta hem de Mısır’da zorbaları ortadan kaldırmak için çıkan gürültülü sesleniş, derin toplumsal ve ekonomik meseleler karşısında duyarsız olan pek çok izleyicinin hareketlere ve yanı sıra sendikaların çok önemli eylemlerine umut bağlamasını sağladı.

Ağustos’ta Londra’daki ayaklanma ateşi de mevcut ekonomik ve toplumsal düzene karşı protestonun ifadesi oldu. 2005’te Paris’li isyancılar ve ondan on yıl kadar önce Los Angelos’takiler gibi, Britanyalıların öfkesi karmaşık bir dizi toplumsal meseleye karşılık geldi, bunlardan en ortada olanıysa ırksal ikincilleştirmenin. Fakat bu olayların her birindeki ateşe verme ve yağmalamalar malların iktidarı ve mülkiyet egemenliğine de karşılık gelir, bunların kendileriyse elbette, çoğunlukla ırksal ikincilleştirmenin araçlarıdırlar. Bunlar, o halde, neoliberalizmin adaletsizliklerine ve nihai olarak özel mülkiyet egemenliğine karşı koymaları anlamında ortak olan için mücadelelerdir. Fakat bu onları sosyalist yapmaz. Gerçekte, bu mücadeleler çevrimi içinde geleneksel sosyalist hareketleri çok az görüyoruz. Ve ortak olan için mücadeleler özel mülkiyet egemenliğine ne kadar karşı koyuyorsa, eşit derecede kamu mülkiyetine ve devletin kontrolüne de o kadar karşı geliyorlar.
Bu kitapçıkta** 2011’de patlayan mücadele çevrimlerinin arzularına ve başarılarına hitap etmeyi hedefliyoruz, fakat bunu onları doğrudan analiz ederek yapmayacağız. Bunun yerine içinde ortaya çıktıkları genel toplumsal ve politik koşulları soruşturmakla başlayacağız. Bizim buradaki saldırı hedefimiz, mevcut toplumsal ve politik krizin bağlamı içinde üretilmiş baskın öznellik biçimleridir. Hepsi de yoksullaştırılmış ve toplumsal eylem güçleri maskelenip gizemli hale getirilmiş dört birincil öznel figür -borçlandırılmış, medyatikleştirilmiş, güvenlileştirilmiş ve temsil edilmiş- kullanıyoruz.

Başkaldırı ve isyan hareketlerinin, bizlere yalnızca bu öznel figürlerin mustarip oldukları baskıcı rejimleri reddetmenin araçlarını sağlamakla kalmadığını aynı zamanda bu öznellikleri güç figürlerine çevirmeyi de sağladığını keşfediyoruz. Başka bir deyişle, onlar, iletişimsel ve toplumsal zeminlerin yanı sıra ekonomik zeminlerde de hep birlikte politik temsil sistemlerini başlarından atma potansiyelini yaratıp kendi demokratik eylem güçlerini öne sürecekleri yeni bağımsızlık ve güvenlik biçimleri keşfediyorlar. Bunlar hareketlerin şimdiden gerçekleştirdikleri ve ilerde geliştirebilecekleri bazı başarılardır.

Yine de, bu tür öznelliklerin güçlerini pekiştirmek ve arttırmak için başka bir adım gerekiyor. Hareketler, aslında, kurucu bir sürecin temeli olabilecek bir dizi kuruluş ilkesini zaten sağladı. Örneğin bu hareketler döngüsünün en radikal ve geniş kapsamlı unsurlarından birisi, temsilin reddedilmesi ve demokratik katılım şemaları yerine inşa oldu. Bu hareketler aynı zamanda özgürlüğe, ortak olanla ilişkimize ve hâlihazırdaki cumhuriyetçi yapıların sınırlarını çok aşan bir dizi önde gelen politik düzenlemeye yeni anlamlar veriyorlar. Bu anlamlar şimdi zaten yeni bir ortak duyunun parçası haline geliyor. Bunlar, tıpkı on sekizinci yüzyıl devrimleri boyunca müjdelenmiş olanlar gibi, geri alınamaz haklar olmaları için şimdiden aldığımız, kuruluş ilkeleridir.
Görevimiz yeni toplumsal ilişkileri sabit bir düzen içinde kanunlaştırmak değil, ama bunun yerine hem bu ilişkileri örgütleyen hem de onları, aynı zamanda gelecekteki yenilikleri beslerken ve çokluğun arzularına açık kalırken dayanıklı kılan kurucu bir süreci yaratmaktır. Hareketler yeni bir bağımsızlık*** ilan ettiler, o halde kurucu bir iktidar bunu ileriye taşımalıdır.

Mayıs 2012

* Yazarın aynı isimli romanına gönderme yapılıyor. [Türkçesi Ralph Ellison, Görülmeyen Adam, çev. Mehmet H. Doğan, Literatür Yayınları, s. 2004] (ç.n.)

**Burada bahsedilen, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin Declaration isimli kitapçıklarıdır, okuduğunuz yazı, Declaration’ın giriş bölümüdür. (ç.n.)

*** Yazar burada 4 Temmuz 1776’da ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne gönderme yapıyorlar. (ç.n.)

Çeviren: Kürşad KIZILTUĞ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder