Köylülerin
soylulara karşı ayaklanmalarına benzeyen kent isyanlarını önceden bilmek, bir
kez hali hazırdaki ekonomik kriz, kendi sebeplerine ve toplumsal sonuçlarına
dek geri götürülünce, çok fazla hayal gücü gerektirmedi. Ortak Zenginlik (1)
bunu zaten 2009’da önceden haber vermişti. Bizim beklemediğimiz şeyse, tersine,
İtalya’da, hareketin içinde bu öngörünün reddedilebileceğiydi. Bu aslında,
denildi bize, eskiden kalma gibi görünüyor; buna karşılık bize şu söylendi:
Şimdi artık krize karşı geniş cepheleri yeniden inşa etme ve hareketlerin
içinde politik temsile hitap edecek örgütlenme-iletişim-onaylama biçimleri
tesis etme zamanıdır.
Öyleyse,
şimdi her şeye rağmen kendilerini az ya da çok klasik isyankâr biçimler içinde
ifade eden hareketler ve yine her yerde, bu yüzden insanların düşüncesini
içinde inatçı bir şekilde alıkoymuş olan eski jeopolitik dilbilgisini kökünden
söküp atmakla karşı karşıyayız. Bu nedenle elimizdekiler şunlar:
1) Güvencesiz
ve işsiz işçilerden oluşan yeni bir proletarya, krizde orta sınıflara
ekleniyor. Bunlar mücadelede alışılmadık yollarla birleşen, Güney Akdeniz
ülkelerinde olduğu gibi, yeni, daha demokratik yönetim biçimleri talep eden
çeşitli öznelerdir. Bin Ali’nin politik diktatörlüğü ile bizim uyduruk
demokrasilerimizin politik-ekonomik olanı -on yıllardan beri ikincisi kesin
olarak birincisini inşa etmesine, desteklemesine ve korumasına rağmen- belki
eşdeğer değil, fakat şimdiye kadar radikal demokrasiye yönelik dürtü her yerde
ve farklı cihetlerden doğup, her biri diğerinin taleplerini harmanlayıp,
birbiri içine geçirip melezleştiren mücadelelerin ortaklığına işaret ediyor.
2) Şimdiye
kadar, tamamen, karma ekonomiler, imalata dayalı ekonomiler ve/veya bilişsel
ekonomiler içerisindeki finansal rejimler tarafından kontrol edilen, sınıf
ilişkilerine dayalı toplumlardan mustarip, tam da aynı toplumsal güçler, farklı
zeminler üzerinde (öncelikle işçilerin, öğrencilerin hareketleri ve daha genel
olarak güvencesizlik kaynaklı hareketler; ve artık “acampados” (2) türünden
karmaşık toplumsal hareketler) eşit kararlılıkla hareket ediyorlar.
3) Saf
reddediş hareketlerinin yeniden canlanması, hem dikey (orta sınıfların
dışlanmış proletaryaya doğru baş aşağı düşmesi) hem de yatay olarak (Saskia
Sassen’in dikkat çektiği gibi, çeteler arasındaki çatışmaların mahallelerin
duvarlarında AK-47 mermilerinin izlerini bıraktığı, örgütlü mücadelelere karşı
tek -dramatik, entropik- alternatifin örgütlü suç olduğu
“Brezilyalılaştırılmış” bölgelerle soylulaştırılmış bölgeler arasında yarılmış
olan metropollerin farklı kesimleriyle ilişkili) tabakalaşmış, ve şimdiye dek
hiç olmadığı kadar karmaşık bir toplumsal bileşimle kesişen çizgiler
oluşturmaktadır.
Bu üçüncü
türe ait olan şimdiki İngiltere isyanları, bir süre önce Fransız banliyölerini
etkilemiş olanlara oldukça benzer: Umutsuzlukla öfkenin bir karışımı,
kendi-kendine örgütlenme kırıntıları ve başka türlerin belirginleşmeleri
(mahalle birlikleri, şebekeleşmiş dayanışmalar, futbol taraftarlarının
kulüpleri, vs.), şu ana kadar moloza dönen hayatların dayanılmazlığını ifade
ediyor. Bu isyanlardan geriye kalan, şüphesiz tedirgin edici moloz yığını,
eninde sonunda bugün pek çok erkeğin ve kadının gündelik hayatlarının
getirildiği halden pek de farklı değil: Öyle ya da böyle küçük hayat
kırıntıları.
Ortak olanı
düşünmenin bakış açısından bu karmaşık fenomenler hakkında bir tartışma nasıl
açabiliriz? Aşağıdaki iddiamız tartışma için bir mekân açmaya dönük katıksız
bir niyete sahip.
En başta,
bize öyle görünüyor ki kitle iletişim araçları ve yönetici sınıflar tarafından
dillendirilen bazı yorumların maskesini düşürmemiz gerekiyor.
Evvela, bizim
üzerine tartıştığımız bu hareketlerin, politik bir bakış açısından, kendi
“radikal” çeşitlilikleri içinde, ele alınması gerektiğini iddia ediyorlar.
Şimdi, şurası besbelli ki bu hareketler politik olarak çeşitlilik gösteriyor.
Fakat “radikal olarak” böyle olduklarını söylemek ahmakça. Bütün bu hareketler,
aslında, radikal olarak yalnızca Bin Ali ya da diğer diktatörlere
karşıtlıklarından dolayı, durum ne olursa olsun, ya da Zapatero’nun veya
Papandreou’nun politik ihanetini ihbar ettikleri için, ya da Cameron’dan veya
Avrupa Merkez Bankası’ndan nefret ettikleri için radikal olarak karakterize
edilemezler. Daha ziyade, hepsi de ekonominin ya da krizin sonuçlarının (hiçbir
şey temelden çılgınca olan bir ekonomik sistemi vuran bir felaket olarak krizi
ele almaktan daha yanlış olamaz; hiçbir şey krizden önceki kapitalist ekonomiye
dönük nostaljiden daha korkunç olamaz) bedelini ödemeyi reddettiklerinden
dolayı radikal olarak karakterize edilirler, yani, bu şunu söylemektir: şimdi
muktedirlerin yararına gerçekleşmekte olan devasa servet hareketi, sanki onlar
Batılı rejimlerin (demokratik ya da diktatörlüğe dayalı, muhafazakâr ya da
reformist benzeri...) politik biçimleri içindelermiş gibi örgütleniyor.
Bunlar
Mısır’da, İspanya’da ya da İngiltere’de, boyun eğmenin, sömürünün ve bu
ekonominin dünyanın bütün nüfuslarının hayatları için hazırladığı talanın ve bu
biyopolitik mülk edinmenin krizinin idare edildiği politik biçimlerin eşzamanlı
olarak reddedilişinden doğan isyanlardır. Ve bu aynı zamanda bütün sözüm ona
“demokratik” rejimler için de doğrudur. Bu tür bir yönetim biçimi yalnızca
görünüşteki “sivilliği” için tercih edilebilir gibi görünüyor, bununla ezdiği
varlıkların onuruna ve insanlığına yaptığı saldırıları maskeliyor, ancak
politik temsilin kayboluşu artık çöküş noktasında. Bin Ali’nin Tunus’u ile
Cameron’un Tottenham ya da Brixton’daki temsilcilikleri arasında radikal farklılıklar
olduğunu iddia etmek, sırf gözümüzün önündekini inkâr etmektir: Her iki durumda
da hayat öylesine tecavüze uğramış ve yağmalanmıştır ki bir isyan hareketinde
patlamasından başkası düşünülemez. İngiltere’yi ilkel birikim dönemlerine, Moll
Flanders hapishanelerine ve Oliver Twist’in fabrikalarına geri götüren baskı
mekanizmalarından bahsetmek değil bu. İngiltere şehirlerinin duvarlarına ve
panolarına asılmış, isyandaki gençlerin polis tarafından çekilmiş
fotoğraflarının karşısına, gerçekten de bütün toplulukları bu hale getiren ve
kriz sayesinde kendi kârlarını semirtmeyi sürdüren bankerlerin ve finansal
şirketlerin patronlarının domuz gibi suratlarının büyük boyutlu baskılarını yan
yana dizip koymak gerek.
Şimdi
gazetelerin tırı-vırılarına geri dönelim. Aynı zamanda diyorlar ki isyanlar
etik-politik bakış açısından da farklıdırlar. Bazıları bu yüzden, Mağrip
ülkelerinde olduğu gibi meşrudur, çünkü orada diktatörlük rejimlerinin çürümesi
sefil koşullara yol açtı; İtalyan öğrencilerinki ya da İspanyol “indignados”
protestoları da hâlâ anlaşılabilir çünkü “güvencesizlik çok kötüdür”; buna
karşılık İngiliz ve Fransız proletaryasının isyanları ise iddiaya göre sırf
başka insanlarının mülkiyetinin yağmalanmasıyla, holiganlıkla ve ırksal
nefretle dikkat çektiği kadarıyla “sabıkalı”dır.
Bütün bunlar
fazlasıyla yanlış, çünkü bu isyanlar -aralarındaki bizim inkâr etmediğimiz tüm
farklılıklarıyla- ortak bir doğaya sahiptirler. Bunlar gençlik isyanları değil,
nüfusun giderek geniş tabakalarının bütünüyle dayanılmaz olarak gördüğü
toplumsal ve politik koşulları anlayan isyanlardır. Çalışmanın ve sosyal
ücretin alçalması klasik ekonomistler ve Marx tarafından işçilerin yeniden
üretimini sağlayacak düzeyle tanımladıkları, “zorunlu ücret” olarak
adlandırdıkları eşiğin altına düştü. Ve artık, bu mücadeleleri, tüketimciliğin
aşırılıklarının doğurduğunu iddia eden gazetecilere kafa tutuyoruz.
İşte ilk
sonucumuz geliyor. Bu hareketler, “bileşimi yeniden düzenleyen”
[recompositional] hareketler olarak tanımlanabilir. Bunlar kendi dayanışma
uğraklarını yoksunluğa karşı mücadeleleri içinde güçlendiren nüfusların -ister
şu ana kadar güvenceli işi olan işçiler olsun ister güvencesiz, işsiz ya da
yalnızca ufak tefek, geçici veya kayıt-dışı olarak bilinen işler olsun- fiilen
içine işlerler. Gerileyen orta sınıflar ve proletarya, göçmenler ve göçmen
olmayanlar, bedensel ve bilişsel işçiler, emekliler, ev kadınları ve gençler
yoksullukta ve ona karşı mücadelede birbirlerine katılıyorlar. Burada birleşik
bir mücadelenin koşullarını buldular.
İkincisi,
bunların kaotik ve nihilistik hareketler olmadığı, yakmış olmanın hatırına
yakmakla ilgisi olmadığı, yalnızca beklenmedik bir “gelecek yok”un yıkıcı
gücünü tasdik etmek istemediği hemen açığa çıktı (ve bu, hareketlerdeki
tüketimci karakteristik iddiasını ortaya atanları genelde dehşete düşürüyor).
Punk hareketinden (ki öte yandan, stereotiplerin aksine, tutkulu şekilde
üreticiydi) 40 yıl sonra, bunlar her türlü geleceğin sonunun geldiğini beyan
eden, kayda geçiren ve içselleştiren hareketler değil; bunlar daha çok geleceği
inşa etmek isteyen hareketlerdir. Onları etkileyen krizin, proletaryanın
üretmemesi -ya bir patronun altında ya da şimdiye kadar değerin ele geçirilme
sürecini destekleyen toplumsal işbirliğinin genel koşullarında- ya da yeterince
üretmemesi gerçeği yüzünden olmadığını biliyorlar; fakat bu gerçekleşiyor çünkü
onların kendi üretkenliklerinin meyveleri çalınıyor; demek ki onlara ait
olmayan bir krizin bedelini ödemeye zorlanıyorlar; burjuvazi savaş için
biriktirip kendi kârı için el koyarken, onlar sağlık harcamaları, emeklilik ve
kamu düzeni sistemleri için zaten ödemişlerdi. Fakat çoğunlukla biliyorlar ki,
onlar, asiler, iktidar mekanizmalarının ve bunları düzenleyen mekanizmaları
düzenleyen toplumsal ilişkilerin üstesinden gelmedikleri sürece bu krizden
hiçbir çıkış yok. Fakat, birisi kalkıp bunların politik hareketler olduğuna
itiraz edebilir. Kendilerini politik olarak doğru konumda (çoğunlukla Kuzey
Afrikalı isyancılar ya da İspanyol “insignados” için gerçekleştiği gibi) ifade
etselerdi bile, -diye ekliyor eleştirmenler- bu hareketler demokratik düzene
karşı sakıncalı veya hassastırlar.
Elbette
eklemek isteriz: Krizin üstesinden gelmek için mevcut politikalara saldıracak
bir projenin gerçekleşebilmesinin geçitlerini ve yollarını şimdiki politik
düzende bulmak imkânsız değilse de çok zordur. Sağ ve sol, neredeyse her zaman
benzerler. Birincisi için servet vergisi 40-50 bin Avro geliri olanları hedef
almalı, ikincisi için 60-70 bin Avroyu: Bu mu fark? Özel mülkiyetin savunusu,
özelleştirmenin genişletilmesi ve liberalleşme her iki tarafın da gündeminde.
Seçim sistemleri şimdiye kadar ayrıcalıklı katmandan delegelerin katıksız ve
basitçe seçilmesine indirgendi, falan filan. Bu hareketler bunların hepsine
saldırıyor: Böyle yaptıklarında politikler mi değiller mi? Bu hareketler
politikler çünkü kendilerini talep-eden değil, kurucu bir zemine
yerleştiriyorlar. Özel mülkiyete saldırıyorlar çünkü onu kendilerine
zulmedilmesinin biçimi olarak biliyorlar ve bunun yerine kuruluş ve dayanışmanın,
refahın, eğitimin, uzun lafın kısası, ortak olanın özyönetiminde ısrar
ediyorlar, çünkü bu, şu ana dek eski ve yeni iktidarların ufku oldu.
Elbette hiç
kimse bu isyanların aniden yeni yönetim biçimleri doğuracağını düşünecek kadar
aptal değil. Bununla beraber bu isyanların öğrettiği şey “bir artık ikiye
bölünür” yani kapitalizmin görünüşteki kusursuz katılığı şimdiye kadar, hiçbir
şekilde hep birlikte geri götürülemeyen, sermayenin doğrudan doğruya şizofrenik
olduğu ve hareketlerin politikalarının kendilerini ancak bu yarılmanın içine
yerleştirebilecekleri eski bir fantazmagoriydi.
Umuyoruz ki,
ayaklanmaların otonomist politikanın zamanı geçmiş bir aleti olduğuna inanmış
yoldaşlar, neyin devam ettiği üstüne düşünmeye muktedir olurlar. Parlamenter
seçim takvimlerini beklemek ve yavaş yavaş yok olmak yerine, neyin gelmekte
olduğunu hep birlikte anlayabileceğimiz isyanda, ortak olan için yeni kurucu
kurumlar icat etmenin yanında olmaktır bu.
Ağustos 2011
1. Michael
Hardt ve Antonio Negri. 2009. Commonwealth. Cambridge, MA: Harvard University
Press. [Türkçesi: Ortak Zenginlik, çev. Efla-Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları,
2011.]
2. Acampados.
2011 yılının Mayıs ayında İspanya’nın başkenti Madrid’in Plaza Del Sol
meydanında uzun süreli protesto ve işgal hareketlerinde eylemciler kamplar
kurmuşlardı. Acampados bu tür kamp hareketlerine deniliyor. (-ç.n.)
Çeviren: Kürşad Kızıltuğ
Çeviren: Kürşad Kızıltuğ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder